Bu ayki yazımda, çok sevdiğim, birçok kez canlı olarak izleme fırsatı bulduğum Finlandiya’lı blues duayeni Pepe Ahlqvist ile yaptığım röportajı sizlerle paylaşmanın mutluluğu içerisindeyim… 🙂
Hangi blues sanatçısı ya da şarkısı seni ilk olarak Blues müziğinin sihrine kaptırmıştı hatırlıyor musun?
Çocukluğumda yani 1960’larda duydum ilk kez blues’u. Kuzey Avrupa’ya o zamanlar blues Britanya üzerinden yayılıyordu, John Mayall & The Bluesbreakers grubu sayesinde. Onlar sayesinde blues müzisyeni oldum diyebilirim.
Cream, Led Zeppelin gibi gruplar henüz ortaya çıkmadığı zamanlardı yani öyle mi?
Aynen öyle. Eric Clapton John Mayall’ın grubu The Bluesbreakers’ta çalıyordu o zamanlar. Sonra da kendi Cream grubunu kurdu. Led Zeppelin ve Hendrix’i de yakından takip ettik tabi ama bu blues’a dayalı İngiliz rock gruplarından sonra yavaş yavaş blues’un özüne inmeye çalıştım ve Afro-Amerikan blues’a büyük bir merak saldım. Muddy Waters, Howlin’ Wolf, Robert Johnson gibi efsaneler ile iyice blues’un orijinine yani köklerine indim.
Nasıl başladın çalmaya? Kariyerinin gerçek anlamda start aldığı konserden bahseder misin?
Doğup büyüdüğüm ev Nastola kasabası’nda (Lahti şehrinde, Helsinki’nin 100 km kuzeyinde) bir çiftlikti. Çocukluk arkadaşımla beraber ilk kez onların çiftliğinde, evlerinin çatı katında bir şeyler tıngırdatmaya başlamıştık. Çalmayı öğrendikçe artık seyirci önünde, yani okulda, okul partilerinde konser veriyorduk. Ilk konserimi 1969 yılında okulumuzun Nastola Itfaiye Binası’nda düzenlediği bir partide verdim. Daha 13 yaşındayken… Sonraki yıllarda da artık giderek farklı yerlerde performans göstermeye başladım.
Chicago Overcoat grubunu o zamanlar mı kurdunuz?
Evet, Chicago Overcoat’u 74, 75 civarlarında kurduk. İş o zamanlar ciddiye binmişti. Helsinki’de programlara çıkar olduk. O zamanlar ilk kez düzenlenen Provinssirock Festivali’nde ve yine ilk kez düzenlenen Puisto Blues festivallerinde boy gösterdik.
Vokaller ve gitar haricinde seni blues severler usta bir mızıkacı olarak ta tanırlar. Ne zaman başladı, baştan beri var mıydı mızıka?
Diyatonik mızıkaya olan ilgim aslında 70’lerin sonuna doğru baş gösterdi. Sonra 80’li yıllarda birhayli özdeşleştirildim mızıkayla. Mississippi Saksafonu! Hani derler ya mızıka için… Ama ben gitarı hep baş enstrumanım olarak görmüşümdür. Son 20 yıldır özellikle mızıka biraz arka planda kaldı.
İngilizce şarkı söyleyen Fin vokalistlerde biraz aksan duyulur genelde ama senin telaffuzun son derece otantik geliyor insanın kulağına. Yoksa yaşadın mı Mississippi civarlarında ya da çok iyi dinlemekten ve söylemekten mi kaynaklandı bu durum?
Hayır Amerika’da yaşamadım hiç, ama senin de söylediğin gibi o üstadları zamanında çok fazla dinleyip tarza sadık kalmaktan ötürü olabilir. Turnelerde olmadığım zamanlarda da tüm günüm blues artistlerinin plaklarını dinlemekle ve pikap eşliğinde çalıp söylemekle geçerdi. Amerika’ya da gittim tabi birçok kez ve tabi ki Mississippi Nehri’ni, oradaki kültürü de yerinde inceleme fırsatım oldu. Yakın müzisyen arkadaşlarım var oralarda.
”Blues’u çalmak kolaydır, ama zor olan onu hissetmektir…”
Jimi Hendrix
Çok değerli dünyaca ünlü blues sanatçılarıyla da aynı konserlerde çaldın. Mesela BB King ile aynı sahnede yer almıştınız Helsinki’de hem de 2 kez?
BB King ile evet! Ama aynı anda değildik sahnede, ben ön grup olarak sahne almıştım. Hem 2004’te hem de 2006’da… Tanıştık tabi sohbet ettik. 2000’li yıllarda birçok farklı efsane isim geldi Finlandiya’ya ve birçoğuyla karşılıklı da çalma fırsatı buldum.
Peki hiç ‘keşke beraber çalsak’ dediğin bir müzisyen var mı aklından geçen?
Şunla çalsaydım, bunla çalsaydım diye hiç düşünmedim nedense… Artık zaman ve koşullar gereği kiminle kesiştiyse yolumuz, blues’u gerçekten hisseden müzisyenlerle beraber çalmaktan büyük mutluluk duyarım. Bu bir efsane de olabilir, ya da bir bar konserinde seyirciler arasından çıkıp gelen biri de olabilir, çok yaşadım. Güzel sürprizler çıkabiliyor arada sırada.
Boş günlerinde neler yaparsın?
3 çocuk babasıyım. 20, 18 ve 13 yaşındalar. Aile babasının yaptığı rutin şeyler. Müzikle uğraşmadığım zamanlarda gayet gündelik işlerle meşgul oluyorum. İşte postaneymiş, bankaymış, marketmiş… Evdeyken ama o gitar hep kucağımda nerdeyse! Hokey izlerken bile gitar çaldığım oluyor! (gülüşmeler)
Beste çalışmaları da illaki vardır sürekli olarak elinin altında.. Var mı şu anda üzerinde yoğun bir şekilde çalıştığın proje?
Var tabi. Ben hep ingilizce söyledim kariyerim boyunca ama 2010 yılında çıkan en son albümüm Näillä mailla Fince şarkılardan oluşuyordu. Sonraki albümüm yine Fince olacak, onun üzerinde çalışıyoruz.
Kariyerine baktığımız zaman hiç bu kadar uzun bir ara vermemiştin. 5 sene geçti son albümünün üzerinden…
Evet doğru, bu kadar ara girmemişti daha önce. Yoksa yaşlandım mı acaba? Şaka bir yana, albümler konusunda eskisi gibi aceleci değilim sadece. Şarkıların olgunlaşması için daha fazla süre tanıyorum yoksa aktifliğimden birşey kaybetmedim. Senede aşağı yukarı 130 konser veriyorum. Kendi konserlerimin yanında birçok farklı projelerde konuk sanatçı olarak yer alıyorum. Mesela UMO Jazz Orchestra ile beraber son dönemlerde çok başarılı big band konserleri verdik. Bunun yanında Heikki Silvennoinen ile beraber SF Blues grubu ile yaz aylarında büyük konserler veriyoruz festivallerde. Bakalım, seneye 60. yaşımı doldurmam dolayısıyla çeşitli etkinliklerde özel programlar yapacağız. 2 CD’lik bir Best of- albümünü de ayrıyeten piyasaya çıkarma fikrim var. 80’lerde yankı yaratan H.A.R.P. grubunu da bir yandan uyandırmaya başladık…
Dinlerken yoruldum! Peki şunu merak ediyorum… 45 yılı aşan bir kariyerin var. Fin blues’u bu sürede nasıl gelişim gösterdi. Fin blues’unu diğerlerinden farklı kılan özellikler var mıdır?
Zor bir soru tabi her müzisyen kendisinden bir şeyler katıyor. Kendimden örnek verirsem eğer, ben müziğin çeşitlendirilmesini hep vizyon edindim. Biliyorsunuz blues müziğinin de kendi içerisinde bir çok tarzı var. Delta blues var Chicago blues var. Benim tek adam olarak yaptığım programlar var big band ile 20’yi aşkın elemanın bulunduğu geniş orkestralarla performans gösterdiğim projeler var. Yani kendi içerisinde sürekli değişkenlik gösteren bir müzik aslında. Fin blues müzisyenleri de tabi melodilerde biraz Slav ezgileri de kullanmışlardır. Slav ezgilerini Fin hafif müziğinde çok duyarsınız. Mesela Toivo Kärki ve Reino Helismaa‘nın yazdıkları Kaikessa Soi Blues şarkısında blues ritminin üzerine sentezlenen çok güzel bir Slav melodisi vardır. Fin Blues’unun ileride de gelişim göstermesi için yeni gelen müzisyenlerin blues’a farklılık katacak orijinallikte fikirlerinin olması lazım ve bu kolay bir misyon değil.
Stockman (Helsinki’nin en tanınmış ve büyük marketlerinden) müzik CD’si departmanını kaldırdı. Artık albümler de genel anlamda çok az satılıyor çünkü ne ararsan internette bulabiliyorsun. Bu konudaki düşüncelerin neler?
Edison fonografı icat ettiğinden beri müzik her zaman bir yerlere kaydedilmiştir. Formatlar değişebilir ama müzik kaydedilmeye devam edecektir. Müziği yaşatan bir başka önemli şey de tabi canlı performanslar.
Peki konuyu biraz Türkiye’ye çekelim. Hiç Türkiye’yi ziyaret ettiniz mi?
Malesef hayır. İlginçtir ama çok istediğim halde vakit bulamadım.
Türk müziği hakkında neler düşünüyorsun, hiç melodik olarak Anadolu ezgilerine yakın bir şarkı yaptın mı? Blues ile pek bağı yoktur ama Türk müziği de çok ritmiktir mesela.
Türk müziğinin bence batı müziğinden en büyük farkı, icra edilirken belli bir akor dizesi gerektirmemesi. Öyle değil mi? Yani batı müziğindeki çok sesli armoni anlayışı dışında daha çok ana melodiye ve değişik ölçülerdeki ritimlere dayanıyor sanırım. İtiraf edeyim ki çok bilgim yok. Ama değişik sentezleri birleştirmek fikrini her zaman benimsemişimdir. Eğer bir gün şartlar oluşursa bir Türk müzisyen ile beraber çalışabilirim. Neden olmasın?
Aslında Anadolu’da yüzyıllarca yıldır süre gelmiş bir ‘aşık’ geleneği de vardır. Bağlama çalıp hayattan, ölümden, aşktan, hasretten bahseden ve söyleyen ozanlar. Sanki blues’da da bunları çağrıştıran öğeler var?
Aynen öyle… Tam da blues işte bu!
Peki teşekkürler sohbet için Pepe!