Kala-Balik Blogi https://kalabalik.finland.fi Finlandiya Büyükelçiliği blog sayfası Fri, 23 Oct 2015 06:28:44 +0000 en-US hourly 1 Annelik Paketi – Bebek Kutusu https://kalabalik.finland.fi/annelik-paketi-bebek-kutusu/ Thu, 16 Jul 2015 07:35:04 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7614 Continue reading ]]> Baharda bir kaç Türk gazetesi Finlandiya devletinin bebek bekleyen ailelere yolladığı ‘bebek kutusu’nu konu alınca sosyal medyada da bu başlık ilgi uyandırdı. Bir çok arkadaşım Finlandiya’da yaşadığımı bilerek “doğru mu bu?” diye haberi benimle paylaştı, teyit bekledi. Bir çok arkadaşıma devletin bebek bekleyen her aileye böyle bir hizmette bulunuyor olması fikri bile inanılmaz gelmişti anlaşılan. Şaşırmakta da haklılardı, zira bu dünyanın başka hiç bir ülkesinde görülmemiş bir hizmet; sadece Finlandiya’ya has.

Gazetelerde ve sosyal medyada bu başlığı kaçırmış olanlar neden bahsettiğimi anlamamış olabilirler. Şöyle anlatayım: Finlandiya’da yaşayan, Fin devletinin sosyal güvenlik sistemine (KELA’ya) kayıtlı, hamileliğinin ilk dört ay içerisinde hamileliğini kayıt ettirmiş ve kontrole gitmiş her kadın, hamileliğinin 154. gününden itibaren “annelik paketi” adı verilen devlet desteğine hak sahibi. Bu paketin ne şekilde olacağını anne adayı seçmekte özgür; 140 avro direk hesabına yatırılabilinir veyahut adresine bir “bebek kutusu” yollanır.

2015 yılının "bebek kutusu".

2015 yılının “bebek kutusu”.

Arkadaşlarımın bu haber çıktığı zaman bilmediği benim de bir bebek bekliyor olmamdı. “Az bekleyin, nasıl oluyormuş bu işler göreceğim, anlatırım” dedim ve işte yazıyorum.

Hamileliğimin başından itibaren mahallemizin annelik kliniğine gitmekteyim. Bu kliniklerde annenin sağlığı ve hamileliğin ilerleyişi yaklaşık ayda bir kez yapılan ziyaretler ile takip edilmekte. Annenin kilosu, tansiyonu ve şekeri, bebeğin kalp atışları her seferinde, anne adayının her zaman çantasında taşıması gerektiği vurgulanan, karneye giriliyor. Bu kontrolleri yapan ve bilgileri girenler doktor değil ebeler. Hamilelik boyunca bir aksilik olmaz ise anne adayı doktor kontrolünden sadece 2 kez geçiyor. Buna ek olarak bir de 13. ve 20. haftalarda yapılan ultrasonlar var. Öyle zırt pırt doktora gitmek, ultrasona girmek yok; buna gerek de görülmüyor anlayacağınız. (Ha, bu dediğim her hamile kadının ücretsiz olarak takip ettiği prosedürdür, elbet arzu eden özel doktor ve kliniklere gitmekte serbest.) Doktor, ultrason ve ebe ziyaretlerinin yanı sıra bir de kurslar var ilk çocuğunu bekleyenler için düzenlenen. Bu kurslardan bir tanesi fizyoterapi üzerine, bir tanesi yeni doğmuş bebek bakımı ve ebeveynlik üzerine, sonuncusu ise doğumun kendisi üzerine. Bir çok kadın vajinal doğumun en rahat şekilde gerçekleştirilebilmesi için verilen bu hazırlık kurslarının faydasının büyük olduğunu söylemekte. Söylememe gerek yok sanıyorum sezaryen dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi, Finlandiya’da da şart olmadıkça tercih edilen bir yöntem değil tabiikide.

Neyse ne diyorduk: Kliniğe 4. gidişimden sonra ebe artık “annelik paketine” başvurabileceğimi söyledi. İlk çocuğunu bekleyen hemen hemen her aile gibi bizim de tercihimiz paradan ziyade bebek kutusundan oldu. (2014 yılında dağıtılan yaklaşık 60 000 adet annelik paketinden yaklaşık 2/3’si bebek kutusu şeklinde idi. 1/3’i ise ikinci veyahut üçüncü çocuğunu bekleyen annelere yapılan para desteğiydi.) Başvurumu internet üzerinden kolaylıkla yaptım ve yolladım. Üzerinden 20 gün sonra evimize paketin en yakın postahaneye iletilmiş olduğuna dair bildiri geldi. Heyyooo! Eşimle birlikte yağmurlu bir yaz akşamı, üşenmeden çıktık paketimizi almaya gittik.

Resimde Halil paketimizle ev yolunda. Fotoğraf: Melis Arı.

Resimde Halil paketimizle ev yolunda. Fotoğraf: Melis Arı.

İçinden neler mi çıktı? Benim için yepyeni bir dünya çıktı. Bebeğin içeride ve dışarıda giyebileceği tulumlar, eldivenler, patikler, şapkalar, çoraplar, bluz ve pantalon takımları, alt bezleri, önlük, bebek bezleri, uyku tulumu, nevresim, çarşaf, yastık kılıfı, battaniye, havlu, tırnak makası, diş fırçası, termometre, bebek kremi, resimli bebek kitabı, 1 adet oyuncak, çocuk bakım kitabı, anne için göğüs pedi ve prezervatif. Kutunun kendisi zaten ilk birkaç ay rahatlıkla yatak olarak kullanılabiliyor. Kayınvalideciğim, bebeğin gerekeceği herşey çıktı içerisinden, merak etme, bir şeye ihtiyacımız kalmadı 🙂

Kutudan çıkanları bir güzel sergiledik.

Kutudan çıkanları bir güzel sergiledik.

Böyle bir pakete devletin gerek duymasının sebebi 1920lere dayanıyor. İç savaştan sonra azalan nüfus ve artan bebek ölümlerine karşı bir tedbir olarak devlet; hamile kalan kadınların sağlıklarının ve bebeğin gelişiminin yakından takip edilmesi kararını alıyor. Bebek ölümlerini minimuma indirmek için gereken sağlık kontrollerine az gelirli anne adaylarını çekebilmek için ise bu kutuyu ilk kez 1938 yılında yolluyor. Yani az gelirli anne adaylarının sözkonusu kutuyu edinebilmelerinin ön şartı bir ebeye görünmek. 1948 yılında çıkan bir kanunla, çocuk yardımının ekonomik durumu ne olursa olsun her aileye verileceği güvence altına alınınca, daha önceleri sadece az gelirli kadınlara yollanan annelik paketinin de herkese yollanması uygun görülüyor. Böylece 1949 yılından itibaren hamileliğinin 5. haftasına varan her Finli kadın bebek kutusunu alabilmekte. (Bakım veya ceza evlerinde yatan kadınlara 1977’de gönderilmeye başlandı.) Anneannemin de annemi bu kutudan çıkanlar ile büyütmüş olduğu düşüncesi hoş bir duygu doğrusu.

1994 yılından günümüze kutunun içeriğinden ve yollanmasından KELA yani sosyal güvenlik sorumlu. 1994’e kadar bu sorumluluğu Sağlık ve Refah Kurumu (THL) üstlenmiş. Eskiden içinden çıkan kıyafetler beyaz ağırlıklı iken günümüzde cinsiyet ayrımı gözetmemek kaydı ile renk renk kıyafet çıkmakta. Hemen hemen her sene kutunun içeriğinde ufak bir yenilik yapılmakta.(Bkz: 1994’ten beri yollanan kutular) Eskiden çıkan eşyaların Fin malı olmasına özen gösterirlerken yalnız, artık nerede yapıldığından ziyade kalitesine (ve korkarım maliyetine) daha önem veriyorlar. Maliyetini bilemeyeceğim ama kaliteli olduklarını temin edebilirim.

İstanbul’da doğmuş olmama rağmen anneannem benim için de bir kutu edinmeyi vakti zamanında başarmış ve anneme İstanbul’a yollamış. 80li yılların başlarında komşularda eşi benzeri bulunmayan tulumlarla ortalıklarda dolaşmam işte bundandır. Şimdi bizim çocuğumuz da ilk haftalarını KELA’dan gelen bu kutuda uyuyarak, kutudan çıkan kıyafetleri giyerek büyüyecek. Finlandiya’da doğan her çocuk gibi.

 

]]>
MİSAFİR KALEM: Kral, Jari Litmanen https://kalabalik.finland.fi/misafir-kalem-kral-jari-litmanen/ Wed, 01 Jul 2015 10:03:31 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7606 Continue reading ]]> Dünyanın neresine giderseniz gidin, “Finlandiya” ve “futbol” kelimelerini yanyana koyduğunuzda herkesin aklına gelen ilk isim şüphesiz olarak Jari Litmanen olur.  Ajax, Barcelona ve Liverpool gibi dunyanın büyük kulüplerinde oynamış olan Litmanen’in kariyeri sayısız kupa ve kişisel başarılarla dolu. Bin göllerin ülkesi olan Finlandiya’dan dünya futboluna mal olmuş en büyük futbolcu Jari Litmanen’in muhteşem kariyeri hakkında bir yazı hazırladı bizlere Gökhan Korkmaz, umarım zevkle okursunuz.

Futbolcu bir anne ve babanın oğlu olan Jari Litmanen 1971 yılında Finlandiya’nın güneyinde bulunan Lahti şehrinde doğdu. 14 yaşına geldiğinde hem futbol hem de buz hokeyi ile ilgilenen Litmanen, iki sporu aynı anda ciddi devam ettirmenin zorluğundan dolayı ikisi arasında zor bir seçim yapmak zorunda kaldı ve futbolla devam etti. Hayat seçimlerden ibarettir derler ya, belki de bu zor seçim Litmanen’in hayatının en önemli kararlarından bir tanesiydi. Futbol kariyerine anne ve babasının da daha önce oynadığı FC Reipas takımında genç yaşta başladı. Hücuma yönelik orta saha ve forvet mevkiilerinde oynayan futbolcu HJK Helsinki’de bir sezon geçirdikten sonra 1992 yılında transfer olduğu MyPa isimli takımda belki de hayatının dönüm noktasını yaşadı. Helsinki Olimpiyat Stadı’nda FF Jaro’ya karşı oynanan Finlandiya Kupası Finali’nde MyPa maçı 2-0 kazanmış ve Jari Litmanen de bir gol atarak kupayı MyPa’nın kazanmasında büyük rol oynamıştı. Fakat daha önemlisi, oynadığı müthiş futbolla o maçı takip eden Hollanda’nin büyük futbol kulüplerinden biri olan FC Ajax’ın scout ekibinin de ilgisini çekmişti. O yaz devam eden Fin Ligi’ni Ajax’a transfer olduğu için MyPa ile tamamlayamayan Litmanen’in kariyerinde yeni bir dönem başlıyordu. Tam 7 sezon boyunca forması için ter dökeceği Ajax için rakip ağları onlarca kez havalandırıp takımına sayısız kupalar kazandıracaktı. 1993 yılında Kupa Galipleri Kupası’nda Turkiye temsilcisi Beşiktaş’a karşı Ajax formasıyla 3 gol atarak Türk futbolseverleri üzmüş olduğunu da dipnot olarak ekleyelim 🙂

Genç Litmanen. Sene 1989. Kaynak: ESS

FC Ajax’ın 1990ların başındaki takım menajeri David Endt, Jari Litmanen hakkındaki ilk izlenimlerini Fin kanalı YLE’ye 2010 yılında şöyle aktarmıştır: “Basın toplantısı bittiğinde Jari Litmanen kapının arkasından geldi. Suratına ve gözlerine baktım, ve bu gözlerde değişik bir şey farkettim: muhteşem bir motivasyona sahipti. Utangaç veya çekingen değildi ama alçakgönüllüydü. Sesini yükseltecek veya yumruğunu masaya vurup ‘biz bu işi böyle yaparız’ diyecek biri değildi. Diplomat veya lider olmaya çalışmıyordu ama tam bir liderdi. Oyununun herşeyiyle ilgiliydi, futbol hakkında herşeyi bilmek istiyordu. Bu yüzden takım içinde ona ‘profesör’ ismini takmıştık çünkü ona futbol hakkında herşeyi sorabilirdin ve cevabını alabilirdin”

Şahsen ben, David Endt’in bu sözlerini okduğumda hiç şaşırmadım. Finlilerin en belirgin özelliklerinden bir tanesidir alçakgönüllü oluşları ve Finliler için gelişimin sonu asla yoktur.

Altın çağlarını Ajax forması altında yaşayıp Avrupa Şampiyonlar Ligi’ni 1 kez, Avrupa Süper Kupası’ni 1 kez, Hollanda Ligi’ni 4 kez ve Hollanda Kupası’ni 3 kez kazandıktan sonra dünya devi olan Barceona’ya transfer oldu. 1999-2001 yılları Litmanen için şanssızlıklarla doluydu, Barcelona’da bir çok sakatlık yaşamıştı ve çok da forma şansı bulamamıştı. 2001 yılında transfer olduğu başka bir dünya devi olan Liverpool formasıyla kazandığı kupalara UEFA kupasını ekleyecek ve aynı sezonda Avrupa Süper Kupası’nı ikinci kez kazanacaktı. 1,5 sezonluk Liverpool kariyerinin ardından futbol kariyerinin en muhteşem yıllarını yaşadığı Ajax’a dönen Litmanen takııin tekrar anahtar futbolcularından biri olmuştu. 2002-2003 sezonunda Ajax, Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale kadar yükselme başarısını göstermişti fakat sezonun devamını Litmanen sakatlıklarla boğuştuğu için kenarda geçirmişti.

İkinci Ajax macerasının ardından doğduğu şehrin takımı olan FC Lahti’ye transfer oluşunu Lahtili taraftarlar “kralın dönüşü” diye yorumlamışlardı. Aynı sezon içinde Alman Bundesliga temsilcisi Hansa Rostock’a transfer olan oyuncu daha sonraki sezonlarda FF Malmö ve Fulham için top koşturduktan sonra 2008 senesinde FC Lahti’ye ikinci kez transfer oldu.

Çocukluğumdan beri futbol en büyük tutkularımdan biriydi. Finlandiya denilince aklıma gelen iki şeyden bir tanesi Jari Litmanen diğeri ise Mika Häkkinen’di çocukluk yıllarımda. O zamanlarda televizyondan zevkle izlediğim sporcuların ülkesine taşınıp, birgün canlı izleyebileceğim hiç aklımın ucundan dahi geçmemişti açıkçası. 2008-2010 yılları arasında doğduğu şehrin taımı olan FC Lahti’de oynarken Jari Litmanen’i bir kaç kere HJK Helsinki’ye karşı izleme şansını yakaladım, o sıralarda Lahti’de yaşadığım için. İzlediğim maçlarda, bir futbolcuya göre ilerlemiş olan yaşına rağmen oyundaki ağırlığını ve futbol zekasını bütün herkese hissettirebiliyordu. Dünya futboluna mal olmuş böylesine büyük bir futbol dehasıyla aynı takımda futbol oynayabilmek FC Lahti’nin genç futbolcuları için şüphesiz büyük bir şanstı.

2011 yılında HJK Helsinki’ye ikinci kez geldiğinde 40 yaşındaydı ve 1980ler ve 2010lar arası profosyonel olarak top koşturmuş ender futbolculardan biri oldu.

Finlandiya Milli Takımı için 1989-2010 yılları arasında tam 21 yıl ter dökmüş olan Litmanen, milli takım kariyerini 17 Kasim 2010’da San Marino maçıyla sonlandırdı. Milli takım kariyerinde Finlandiya-Turkiye A Milli Takımları arasında 1999 yılında oynanan maçta Türkiye’ye attığı golle Türk futbolseverleri bir kez daha üzmüştür. 🙂

Lahti'de Jari Litmanen heykeli.

Lahti’de Jari Litmanen heykeli.

Finli futbolseverlerin “kuningas”, Türkçe anlamıyla “kral” lakabını taktığı Litmanen için doğduğu şehir Lahti’de 10 Ekim 2010’da heykeli dikilmiştir. Bu heykel Finlandiya tarihinde bir takım sporcusu için yapılmış ilk heykeldir. Finlandiya Futbol Federasyonu tarafından son 50 yılın en iyi Finli oyuncusu ödülüne layık görülen Jari Litmanen 2004 yılında yapılan 100 Muhteşem Finli oylamasını 42. sırada bitirdi. Litmanen ayrıca Futbol İstatistikçileri Birliği (the AFS) tarafından bütün zamanların en iyi 53. futbolcusu olmaya layik görülmüştür. Tabii ki bunlar Finlandiya’nın Futbol Efsanesi’nin kariyerindeki kişisel başarılarından birkaç tanesi. Resmi jubilesini henüz yapmamış olan Litmanen kimi söylentilere göre futbola devam etmek istiyormuş. Kim bilir, belki bir gün efsanesi olduğu Ajax’ta resmi jubilesini yapıp takımın başına teknik direktör geçer mi dersiniz?

Litmanen Finlandiya'da ekranlardan eksik kalmıyor. Kaynak: YLE

Litmanen Finlandiya’da ekranlardan eksik kalmıyor. Kaynak: YLE

]]>
Guggenheim Meydan Savaşları: Helsinki Cephesi https://kalabalik.finland.fi/guggenheim-meydan-savaslari-helsinki-cephesi/ Thu, 04 Jun 2015 09:13:16 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7592 Continue reading ]]> Hüseyin Yanar Finlandiya’da yaşayan bir mimar. (Soyadı benzerliği değil; kendisi AB parlamento seçimleri öncesi röportaj yaptığımız Fin milletvekili Ozan Yanar‘ın da babası). Türkiye’de yaşayan bir çok mimar ve mimarlık öğrencisi Hüseyin Yanar’ı Arkitera sayfasına yazdığı yazılarından takip edebiliyor. Bu yazılarından bir tanesini Kalabalık okuyucularımızla paylaşmasını rica ettiğim zaman Hüseyin Abi ‘hangisini istersen’ diye karşılık verdi. Sizler için Eylül ayında yayınlanmış olan Guggenheim üzerine yazdığı yazıyı seçtim. Biraz uzun ama kanımca halen güncel ve de kapsamlı bir yazı. Sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim.  

Resimde: Hüseyin Yanar. Fotoğraf: Uğur Ceylan.

Resimde: Hüseyin Yanar. Fotoğraf: Uğur Ceylan.

Her nasılsa dünyada bu kadar ülke varken, Bilbao’dan ve Abu Dhabi’den sonra her nedense Finlandiya’nın başına sarılan bu Guggenheim hikayesi bakalım bu ülkeye, neler getirecek, neler götürecek eğer projeler hayallerde kalmaz seçilen/ler inşa edilir ise…

Helsinki, Guggenheim 1

Finlandiya mimari yarışmalarıyla tanınan bir ülke. Fin Mimarlık Dünyasının bu konuda hatırı sayılır bir deneyimi olduğu da bir gerçek. Diğerlerinin yanında, özellikle kamu binalarının bir çoğunun herkese açık yarışmalarla yapıldığı biliniyor. Fin mimari yarışmalarına katılabilmek için mimarlık diplomanızı almanız gerekmiyor, öğrenciler de yarışmalara katılabiliyor. Hatta bazı yarışmalarda öğrenciler hocalarını geçerek, deneyimli ofisleri ve bilinen ustaları geride bırakıyorlar. Bu yolla daha okullarını bitirmeden sistemde hızla yerlerini alan gençlerle adeta kan değişimi sağlanıyor, farklı bir çok alanda olduğu gibi. Ayrıca bu topraklar çoğu İskandinav ülkesi gibi sosyal demokrasi rüzgarlarının da fazlasıyla estiği yerler. Esintilerden bu ülkeyi yönlendiren politikalar ve buralarda yaşayanlar da fazlasıyla nasibini almış diyebiliriz.

Eşitliğe, sosyal adalete dayalı demokrasi ve herkesin söyleyeceğini söylemesi, problemler üzerine tartışmalar önemli. Tabii ki bu ülke de zenginler ve oldukça limitte yaşayanlar, bunların arasında olanlar hatta çok daha dar gelirliler var. Ama zenginden, fazla kazanandan vergi yoluyla alınıyor ve daha dar gelirlilere türlü yardım ve hizmetlerle veriliyor. Gelir dağılımındaki farklılıkları (ki bu çoğu ülke ile karşılaştırılamaz bile) azaltmaya yönelik bir sistemle yürütülmeye çalışılıyor. Sosyal adalet ve paylaşım da etkin bir şekilde yaşama tempo tutuyor.

Sistem Kesinlikle Güvene, Doğru Söze ve Doğru Beyana Dayandırılmış

Mimarinin de elbette bunlardan etkilenmemiş olması düşünülemez. Bu ülkeyi yaptıkları ile bir zamanlar ve dünyaya tanıtan, önemli mimari kahramanları Alvar Aalto’ya öncesine ve ondan sonraki kuşaklara ve ardarda gelen yeni ustaların mimarilerine, mimari dergileri kitapları süsleyen baş yapıtlara karşın, görünen yüzün arkasında, genelde hissedilen, nasıl diyelim bazen aşırılıkları olsa da aslında az olan, estetik değerleri üst düzeyde ve belli özgün kalitesi olan mimari bir atmosfer etrafı sarıyor. Evet kesinlikle önemli tasarım ülkelerinden biri Finlandiya. Ama hızlı inip çıkmalar, bağırışlar fazla değil mimarilerinde. Kendine özgü bir hali var bu mimarinin. Bu insanlar da işlerini kesinlikle oldukça iyi yapıyorlar, buna inşa edilen çevreleri tasarlayanları, işçileri ve oradaki bütün aktörleri dahil edebiliriz. Kurallara uyuluyor. İş kazaları da ona bağlı olarak yok denecek kadar az bir çok ülke ile karşılaştırıldığında. Sistem kesinlikle güvene, doğru söze ve doğru beyana dayandırılmış, eğitimden günlük yaşama vs. Her yer kütüphane ve kitap dolu. Kitaba, eğitime ve sağlık hizmetlerine ve inşa edilecek çevrenin her bakımdan kalitesine önem veriliyor. Tabi bütün bunlar arasında hassas bir denge var özellikle maddi planlamalarda. Eğitimde ya da sağlık hizmetlerindeki ayrılan miktarlarda bir oynama olduğunda, konu olup tartışılıyor, gazetelerde, yayınlarda. Çünkü kesintiler, aktarmalar herkesi, yardıma muhtaç yaşlıları, bu ülkenin geleceği gençleri, öğrencileri derinden etkiliyor.

Helsinki, Guggenheim 2

Fin mimarisi de bir çok yanı ile işte bu hassas dengelerin arasında. İşte böyle bir resmi önümüze koyduğumuzda gündemin önemli konularından biri haline gelen, ülkenin başkentinde, başkentin denizdeki kapısı sayılan en önemli limanında yapılması düşünülen buraların gelmiş geçmiş en pahalı binası olacak Guggenheim Müzesi farklı görüşleri, ister istemez yoğun tartışmaları da beraberinde getiriyor doğal olarak. Kent yönetimi tarafından bu iş için hibe edilecek çok kıymetli arsanın yanında, 130 milyon Euroya mal olacak ve buna ilave edilecek vergi miktarı ve yıllık gider olarak kent yönetiminin sergiler, ücretler ve giderler için ödeyeceği 5 ila 10 milyon euro arasındaki meblağ, ayrıca isim hakkı olarak ilk 20 yıl ödenecek 30 milyon euro dışında ki her yıl yapılacak ödemelerde eklenmek üzere, böyle bir binanın getirisi, götürüsü yan yana konuyor, mimarlar, sanatçılar, politikacılar ve diğerleri hatta sokaktaki insanlar tarafından. Her ne kadar bazı kuruluşların desteklerinden söz edilse de, bir kısmı bu harcamaların halkın cebinden çıkacağı konusundaki eleştiriler de oldukça ciddi. Tabii buraya herkesin gelip göreceği adeta başına üşüşüp burayı cazibe merkezi haline getirecek bir tasarımın, başka bir Bilbao benzerinin hayalinin hedeflenmesi de bunun karşısında yer alan bir alternatif oluyor. Öte yandan bazıları, diğerlerinin aksine süreci yeterince demokratik ve şeffaf da bulmuyor.

Sözü geçen liman, ona ekseniyle adeta hayat veren kentin merkezinde zıpkın gibi doğudan batıya giden yeşil park, İsveç Tiyatrosu denilen binanın arkasından başlayan uzun Esplanad’ın sonunda. Parkın uzantısında limanın tam mafsal noktasındaki granit parke taşlarıyla pazar yeri, arkasındaki az katlı yatay binaları ile onların da fonlarının arkasında yer alan yukarıdan gözüken Lüterik Beyaz Kilisesi ve pazar yerinin ilerisinde diziyi takip eden hatta Cumhurbaşkanlığı Çalışma Ofislerinin olduğu dizinin bitiminde, kente iki köprü ile bağlanan Katajanokka adasının başındaki Aalto’nun tasarımı, Enzo Gutzeit Büro Binası ve daha yeni dönemde yapılan büro binalarının arkasındaki Ortodoks Kilisesinin silueti limanın kenarında yer bulmuş. Bu limanın kollarındaki iki ucundan Stockholm’e ve Tallin’e giden büyük gemiler kalkıyor. Pazar yerinin bir kenarından da karşıdaki Suomenlinna adasında giden küçük yolcu vapurları ve turistik motorlar dizi dizi limanın kenarına sıralanıyorlar. Bu irili ufaklı gemiler arkadaki fonda ortada gözüken biribirine bağlı birkaç ada ile menevralarını yaptıkları, kollarında uzun hatları ile terminallerin olduğu, kışın buz tutan liman koyunda bu dönüşleri ile farklı görünümlere sahne olan aktörleri.

Fin Mimarlık Dünyası Yarışmalar Tarihinde Hiç Bir Dönemde Rastlanmayan Bir Durumla Yüz Yüze

Guggenheim Müzesi Yarışması ise arkamızı market meydanına verdiğimizde sağ tarafta kalan uzun dikdörtgen kapalı çarşıyı takip eden açıklığın ilerisindeki mafsalın dönüşündeki yer olarak seçilmiş. Uzun tartışmalardan sonra 2012 de yapılan Helsinki Kent Kurulu’nun resmi toplantısında 8’e 7 oyla yapılmaması kararlaştırılmış dahi olsa, daha sonraki gelişmelerle tekrar gündeme gelmiş hatta limanın bir kenarında bu bina ile ilgili yabancı profesyonellerle birlikte Fin Mimarlar odasının tayin ettiği iki yerli mimarın da dahil olduğu Mark Wigley’in başkanlığını yaptığı, 11 kişilik bir jüri hakemliğinde, 4000 m2 si sergileme mekanları olan yaklaşık 10000 m2 lik bir bina için, bilindiği gibi iki aşamalı, uluslararası yarışma açılmış. Hatta geçtiğimiz hafta ortasında dünyanın her yanından gelen projelerle çok sayıda katılımın beklendiği, 6 kazananın seçilip yarışacağı ikinci aşama için dönemin, ilk aşamasının teslimi de tamamlanmış durumda. Bu arada bu tartışmaları daha da ilginç hale getiren bir gelişme yaşanıyor, ilk aşamanın tesliminin olacağı günün bir gün öncesinde basın bülteni ile aynı limanda yarışma alanını da içine alan bazılarına göre alternatif, bazılarına göre ise ilkine paralel, sadece orada yapılacak bir binaya değil, kente, ülkeye dair değerlendirmelerin söz konusu edilmesinin istendiği “Planning for the Next Helsinki / Gelecekteki Helsinki’yi Tasarlamak İçin” 12 kişilik jüride başkanlığını Michael Sorkin’in yaptığı, ve aralarında yine ilk yarışmada olduğu gibi jürisinde yine yabancı ve yerli tasarımcıların, düşünürlerin olduğu, yeni bir yarışma duyurusu gündeme geliyor.

Helsinki, Guggenheim 3

Bu liman, yine yıllarca çok yoğun tartışılan ve yine bazı yarışmalar açılarak geliştirilen ve artık binalarıyla yükselen ve yükselmekte olan Töölö Körfezi’nin başlangıcı ve Kamppi Merkezi ve çevresinin olduğu üçlü dizinin merkezdeki son önemli noktası olarak hatırlanmaktadır. ARMİ yani Fin Mimarlık Müzesi, Tasarım Müzesi, Mimarlar Odası ve bazı diğer odalarla bazı kuruluşların bir arada düşünüldüğü bir bina projesinin iki aşamalı herkese açık yarışması ve sonrasında Herzog & de Meuron’un, ARMİ’nin de yarışma alanı olan Enzo Gutzeit Binasının önünde 2008 yılında tasarladığı dev Otel Projesi önerisi, 2011 yılında yine liman için açılan uluslararası başka bir fikir projesi yarışmasının da olduğu zincirde Guggenheim Müzesi Yarışması ile yeni açılan yarışmanın anonsu ile bu tartışmalar daha da alevleniyor.

Şimdi Fin Mimarlık Dünyası buradaki yarışmaların tarihinde belki de hiç bir dönemde rastlanmayan bir durumla yüz yüze. Mimarlık adına, farklı bakış açıları karşı karşıya gelmekte, Fin dünyası başkentlerinin merkezindeki limanlarında yapılacak bir bina ve limandaki diğer düşünülenler aracılığı ve bu konuda aynı anda devam edecek adeta biribirleriyle de yarışacak iki yarışma ile buna cevap arayacak gibi gözükmektedir. Guggenheim’ın bu kültürle olan ilişkisi de derinde bir yerlerde sorgulanmaktadır. İkinci yarışma, Next Helsinki’ nin jüri üyelerinden Finlandiya’dan ve ülke dışında da önemli bir isim olan Juhani Pallasmaa, duyurunun yapıldığı sitede “Dünyaya ve insan şartllarına yeni bir gözle bakmaya aracılık etmek yerine, müzeler hızla dünya çapında pazaryeri olmakta, tüketici düşüncesinin bir yansıması olarak kültürel orijinaliteyi güçlendirmenin tersine, global dünyada biribirine benzer sanatsal bakış açılarını yansıtmaktadır, Tarihi Helsinki merkezindeki bu eşsiz alan, sanatsal kültürü ortaya çıkaran, uyaran alternatif yollara gereksinimi olan, bunun için adeta ağlayan bir yerdir” diyor… “Kültürel orijinalite” ve “Global Pazaryeri” ilişkisinin yorumu belki de bu tartışmanın en can alıcı taraflarından biri. Fin toplumu, Fin Mimarisi hep konuşulan ve tartışılan bu kavramları adeta evinin orta yerinde bulmuş, yeniden irdelemekte, hem kendi mimarlıkları hem de kendi yaşamları adına yeniden değerlendirmek zorunda kalıyor.

Herşeye karşın yine de bir çok şeyin herkesin gözü önünde tartışılması, herkesin düşüncesini ortaya koyması hatta bunun çok daha ileri gitmesi belki de bu işin en önemli yanlarından biri. Herkes kendi projesini çizebilir, düşünülebilir, tartışılabilir fakat eğer iş projelikten çıkıp düşünülen inşa edilir ise özellikle bu konuda bu ülkeye ve mimarlığına sadece parasal açıdan değil, nelere mal olacağı daha da eminim çok tartışılacaktır. Tabii bu tartışmaların her iki yarışmanın sonuçları da açıklandıktan sonra ortaya çıkacaklarla bambaşka bir noktaya geleceği de, yukarıdaki kavramların arasında ne şekilde yerini bulacağı merak konusudur.

Helsinki, Guggenheim 4

Hep İnşa Etmeli miyiz? … Neyi İnşa Etmeliyiz?

Bu arada yukarıdaki bütün bu tartışmaların yanıbaşında henüz sona eren onbir gün devam eden “10. Helsinki Tasarım Haftası” adeta tasarım adına belki de bu konu ile ilişkilendirilebilir. Yerli yabancı tasarımcıların katıldığı Pacha Kucha gecesindeki enteresan anlar, öncesi ve sonrasında, bir çok tanınmış tasarımcının, tasarımların sergilendiği günlerdeki bazı sunuşlar arasında, hafif hafif söylemlerle başka türlü bir tasarım isteyen ya da neden hep tasarlıyoruz sorusuna cevap arayan yaklaşımlar oldu. Bence o büyük lafların ve ünlü tasarımcıların sunuşları arasında ne kadar duyuldu bilemiyorum ama bu sesler, bu yılın tasarım günlerinin en önemli başlıklarından biriydi. Tasarımın doğası ile ilgili, hep tasarlamanın sıkıcılığı da tartışılmıştı belki de bir açıdan bazı konuşmalarda. Aalto Üniversitesindeki iki öğrencinin Lume’deki birlikte sunuşlarında “Neden hep sandalye tasarlıyoruz” isimli, ormanda çekilmiş basit videosu bunlardan sadece biriydi. Bir sandalyeden, bir binaya, bir yerleşmeden, İngiltere’deki Olimpiyatlardan arta kalan bölgede yeniden yapılacaklara… Evet hep tasarlamalı mıyız. Ne tasarlamalıyız. Ya adeta hep farklı ölçeklerde hep tasarlamak, her halikarda tasarlamak adına adeta şartlanmışsak !… Okey… Ya hayata geçirme! … İnşa etme! … İnşa etmeli miyiz! … Hep inşa etmeli miyiz! … Neyi inşa etmeliyiz! … Tabii ülke ekonomisi, inşa etme yolu ile paranın döndürülmesi, kazanç, ekonominin vaziyeti… vs… vs… Sanıyorum bu sorular bütün bu tartışmaların sahnesi liman için de geçerli ve Fin dünyası şimdi konu ile ilgili bir çok sorunun cevabını aramaktadır.

En Çok Merak Ettiğim Daha Diplomalarını Bile Almamış Mimarların Projeleri Olacak

Her nasılsa dünyada bu kadar ülke varken, Bilbao’dan ve Abu Dhabi’den sonra her nedense Finlandiya’nın başına sarılan bu Guggenheim hikayesi bakalım bu ülkeye, neler getirecek, neler götürecek eğer projeler hayallerde kalmaz seçilen/ler inşa edilir ise.. Tabii her iki yarışmadan da gelecek sonuçlar çok önemli. Kısacası her neyse, her ne olacak ise, baştan aşağı tüm süreç her bakımdan mimarlık adına öğrenilebilecek bir ders olabilir. Hep birlikte göreceğiz bu ülkenin, bu ülke mimarisinin büyük bir showa ya da neye gereksinimi var bu limanda… Laf aramızda en çok merak ettiğim de yazının başında da vurguladığım, buradaki o daha mimarlık diplomalarını bile almamış mimarlık gönüllüleri öğrenciler, ustalarını sollayıp geçen, her nasılsa eminim bu yarışmalara girecek genç mimar adaylarının performansları ve projeleri ile bu ülke adına ve bu ülkenin kapısı adına söyledikleri olacak…

 

Not: Resimler, http://www.nexthelsinki.org/ dan alınmıştır, City of Helsinki’nin arşivindendir.

]]>
Başka bir Eurovision… https://kalabalik.finland.fi/baska-bir-eurovision/ Fri, 22 May 2015 13:22:59 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7586 Continue reading ]]> 1988 yılını çok severim… Çocukluğumun bölük pörçük hatıralarının artık yavaş yavaş bir anılar bütünü olmaya başladığı yıllarda bir kilometre taşı gibidir.  Özellikle 88’in yaz ayında hiç unutamayacağım şeyler yaşanmıştı. Mesela İstanbul’dan İzmir’e taşınmamız ve ilkokula orada başlamam, ’88 Avrupa Futbol Şampiyonası ve hayran olduğum Hollanda Milli Takımı’nın kupayı alması, Toni Schumacher’in Fenerbahçe’ye transferi… Bunları nedense hala dünmüş gibi hatırlarım…

Ama bunlardan birkaç ay evvel, yani 88’in baharında, müziğin beni gerçek anlamda ilk kez heyecanlandırdığı bir atraksiyon yaşandı. Belki de  müziğin ileride bende yaratacağı coşkuyu tetikleyen olay. Milli maç izlermişçesine ekrana kilitlendiğimiz Eurovision Şarkı Yarışmasından bahsediyorum…“Hey ya… Hey ya, hey ya…” diye şarkıya başlayan MFÖ,  ‘Sufi’ şarkısıyla Türkiye’yi 2. kez temsil ediyordu.  Aslında şarkı için çok ta aman aman diyemeyeceğim, beni etkileyen şey Eurovision’un uluslararası büyük bir yarışma olması ve milli duygularla izlenmesi idi. “Sufi”nin hakkını yemeyelim tabi, gayet sempatikti.

Fransız süperstar Celine Dion’un temsil ettiği İsviçre’nin kazandığı o yarışmada Sufi 15. olsa da, sonraki birkaç sene boyunca birkaç kanallı Türk televizyonlarında Kayahan’ın ‘Gözlerinin Hapsindeyim’ine kadar popülerliğini devam ettirmişti bu yarışma. Sonra artık ne olduysa, yani acaba ben mi ilgimi kaybettim yoksa kamuoyu mu, bilemiyorum ama, Eurovision’u Şebnem Paker’in 1997’de elde ettiği 3.’cülüğe kadar unutmuştuk. Derken Sertap Erener’in birinciliği ile başlayan başarı dolu yıllar geldi. Atena, Kenan Doğulu, Hadise, Manga… Hepsi ilk 5’e girdiler.

Türkiye son 3 yıldır katılmıyor Eurovision’a… Oylama sistemindeki haksızlıklar vb. gibi bir takım şeylerden dolayı alınan prensip kararıymış. 2016’da tekrardan iştirak edecekmişiz diye söyleniyor…

Peki Finlandiya’nın Eurovision geçmişi nedir, hiç merak ettiniz mi?

Açıkçası pek iç açıcı değildi. Ta ki LORDI’ye kadar… 2006’da Atina’da düzenlenen Eurovision’u Hard Rock Hallelujah parçasıyla kazanan maskeli heavy rocker’lar, ortalığı bir anda deliler sirkine çevirivermişlerdi. Halk kahramanı gibi karşılandılar, aylarca gündemden düşmediler ve yarışmanın nerdeyse kimyasıyla oynadılar. Sonraki yıllarda bu yarışmada babaanneleri de gördük, transseksüelleri de… Lordi bir anlamda tabuları yıkan grup oldu, hatta daha da ileri giderek söyleyeyim, Finlandiya’da bir kesimin heavy metal’e karşı beslediği muhafazakar tutumu ve negatif yönde olan algıyı bile değiştirdi.

Kaynak: www.lordi.fi

Kaynak: www.lordi.fi

Finlandiya’nın Lordi’nin başarısından sonra gelen yıllarda da aslında makus talihini pek değiştiremediğini görüyoruz tabi, o da işin diğer tarafı. Hatta son 25 yıldır Lordi hariç ilk 10 bile görmemiş Finli müsabıklar. Bu sene belki Lordi’nin yarattığı farkı tekrardan canlandırmak, belki de hoşgörüyü ön plana çıkarmak ve insanların ne olurlarsa olsunlar her koşulda eşit oldukları fikrinin arkasında durmak için Finliler, zihinsel engellilerden oluşan Pertti Kurikan Nimipäivät adlı punk grubunu ülkeyi temsil etmeleri için seçtiler. Ben aslında onların iş yapacaklarını düşünüyordum, lakin bu sefer espri tutmadı. Pertti Kurikan Nimipäivät yarı finalde Eurovision’a veda etti. Finlandiya elemelerinin öncesinde olduğu gibi şimdi yine kamuoyunda bir “hoşgörü kazanmalıydı” / “hoşgörüyle ne alakası var, şarkı kötüydü” bölünmesi yaşanıyor. Tabi bir şarkı yarışması Eurovision. Lordi’nin Hard Rock Hallelujah’ı sağlamdı…  Aina mun pitää için aynı şeyi söylemek zor…

Resimde: PKN. Fotoğraf: Pekka Elomaa.

Resimde: PKN. Fotoğraf: Pekka Elomaa.

Ben şahsen zihinsel engellilerden oluşan bu grubun espri anlayışlarını, çıkıp aslanlar gibi kendi besteledikleri şarkıyı büyük bir özgüvenle icra etmelerini ve bu sayede zihinsel engelli diğer insanların varoluşlarına, onların haklarına dikkat çekmelerine büyük saygı duyuyorum. Eurovision finalinde yarışamayacak olsalar da onlardan daha uzun süre konuşulacak gibi geliyor bana.

Aina mun pitää 

Hep temizlik yap

Hep bulaşıkları yıka

Hep işe git

Hep doktora git

Bilgisayar yasak

TV yasak

Arkadaşlarımı bile göremiyorum

Hep evde takıl

Hep ödevleri yap

Hep iyi beslen

Hep sağlıklı iç

Şekerleme yok, gazoz yok

Alkol bile içemiyorum

Hep dinlenmem lazım

Hep uyumam lazım

Hep uyanmam lazım

Hep duş almam lazım

Fince’den Türkçe’ye çeviren: Jussi Cengizhan Serengil

]]>
Çağdaş sirk deyince; Finlandiya https://kalabalik.finland.fi/cagdas-sirk-deyince-finlandiya/ Thu, 14 May 2015 13:25:43 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7580 Continue reading ]]> Sahne ve gösteri sanatlarına hep ilgim olmuştur; tiyatroyu hep sevmişimdir, eşimin aksine modern dans gösterilerini de elimden geldiğince takip etmeye çalışırım. Eşim klasik dans gösterilerini modern dansa hiç tereddüt etmeden tercih eder, “Sen arkadaşlarınla git Allah aşkına modern dansa” der bana… Eşim opera izlemekten daha çok zevk alır, benimse favorim değildir açıkçası. Uzun bir süre tiyatro oyunlarını da arkadaşlarımla izlemeye gittim, eşimin Fince dilinin yetersizliğinden dolayı (artık rahatlıkla takip edebiliyor) ve laf aramızda onunla birlikte paylaşamamaktan bu hobimi biraz müzdariptim. Ta ki ikimizin de eş değerde zevk aldığı bir sahne sanatıyla tanışana dek; Çağdaş sirk gösteri sanatı.

Tiyatrodan, modern danstan, pandomimden, kukla sanatlarından, gölge oyunlarından, akrobasiden, geleneksel sirkten aldığı öğeleri birleştirebilen bu sahne sanatında ikimizi de cezbeden sanırım tehlike unsurunun var olması oldu. Şimdi iple çekiyoruz Cirko festivelinde izleyeceklerimizi.

Bu yıl 10.su gerçekleştirilen festival çağdaş sirk gösteri sanat merkezi Cirko tarafından 7-17 Mayıs tarihleri arasında düzenleniyor ve şimdiden Kuzey Avrupa ülkelerinde düzenlenen en büyük çağdaş sirk festivali olmayı başarmış bile. Festivalin genel direktörü Sami Ylisaari ile geçen hafta Kalabalık blogumuz için buluştum ve Finlandiya’da gelişmekte olan bu dal hakkında pek çok yeni şey öğrendim.

Cirko Festivali direktörü: Sami Ylisaari. Resim: Melis Arı.

Cirko Festivali direktörü: Sami Ylisaari. Resim: Melis Arı.

Sami, bize önce Cirko Festivali’nin tarihçesinden biraz bahseder misin?

Cirko Festivali’nin ilki 2006 yılında düzenlendi. O zamanki en büyük sıkıntı çağdaş sirk sanatı için özel sahne ve mekanların bulunmamasıydı. Festivali, Şehir Tiyatrosu’nun sahnelerinden faydalanarak düzenleyebilmiştik. Festival ilk yılında ne bu kadar kapsamlı ne de uzundu, ama ilk yıldan itibaren yurtdışından sanatçılar ağırlıyoruz. Kuzey Avrupa ülkelerinde düzenlenen, alanının en büyük festivali olması ise son birkaç yılın başarısı. 2013 yılında katılımcı sayımız 3000 iken 2014 yılında bu sayıyı 6500’e çıkardık, bu sene daha da fazla kişinin bizi bulmasını bekliyoruz.

Bir yıl içerisinde katılımcı miktarının ikiye katlanmasını neye borçlusunuz?
Her yaştan insanın hoşuna gidecek bir şeyler sunmamıza, programın çeşitliliğine, iyi bir ekibe, kendimize ait bir festival çadırına (sonunda) sahip olmamıza ve de tabi artık insanların çağdaş sirk ile daha bir tanışık olmalarına. Halen yeni bir sanat dalı sayılır.

Çağdaş sirk sanatının Finlandiya’daki gelişiminden de biraz bahseder misin öyleyse?
Geleneksel sirkten koparak ve diğer sahne sanatlarından da öğeler kullanarak kendi yoluna girip, gelişmeye başlaması 25 yıldan daha geriye gitmez aslında. Ama 25 yıl içerisinde gelişim çok hızlı oldu ve son bir kaç yıldır bu dala olan ilgi patlamakta diyebilirim. Şu an Finlandiya’da bu dalın iki okulu var; biri Turku Sanat Akademisi diğeri ise Lahti şehrinde bulunan Salpaus Politekniği. Eğitim yaklaşık 3 yıl sürüyor ve her sene yaklaşık 30 kişi bu alandan mezun oluyor. Master düzeyinde eğitim veren bir üniversite bu dalda halen ne yazık ki yok, ama açılması için elimizden geleni yapıyoruz. Bu okullardan mezun olanlar genelde eğitimlerini devam ettirmek ve tecrübe kazanmak için yurt dışına; İsveç’e, Belçikaya’ya, Kanada’ya veya Fransa’ya gidiyorlar. Sayelerinde Finlandiya çağdaş sirk gösteri sanatları dalında, dünyada, diğer sanat dallarına oranla kat ve kat daha fazla temsil ediliyor. Finlandiyalı sirk sanatçılarının kendilerine özgü tarzları hemen fark edilir. Aslında kara mizah içeren, Kaurismäki filmlerini andıran bir tarz bu.

Bize birkaç isim verebilir misin?
Jani Nuutinen hiç şüphesiz en bilinen çağdaş sirk sanatçılarından ve Jani’nin danışmanlığını yaptığı Circo Aereo grubu, örneğin, alanın önde gidenlerinden. Race Horse Company ve Company Nuua’da oldukça yeni olmasına rağmen yerlerini oturtmayı başardılar. Yükselen sanatçılardan bir başka isim ise ip cambazı Viivi Roiha. Aslında alanın önde gidenleri ile tanışmak için Cirko festivali çok iyi bir imkân sunuyor.

Jani Nuutinen. Resim: © Philippe Cibille.

Jani Nuutinen. Resim: © Philippe Cibille.

Evet, bize biraz festivalin bu yılki programından bahseder misin?
Programı çok güzel bir ekiple hazırladık; Jani Nuutinen ve Sakari Männistö danışmanlık yaptılar, ikisi de alanı çok iyi tanıyan, çevresi geniş sanatçılar. 2006 yılında düzenlenen ilk festivalden ilham alarak Fransa’dan birkaç ekip çağırdık, bir de premierlere özellikle yer verdik. Beni en çok heyecanlandıran da bu. Avustralyalı Kage grubunun Forklift’i Avrupa’da ilk kez sahne alıyor, Finlandiya’lı gruplardan da 4 adet premierimiz var. Aslında bir festival için büyük bir risk bu. Hepsi de tarz olarak birbirinden çok farklı gösteriler. Bunlar dışında festival programında aile günümüz de var. Sirk çadırımız o gün farklı yaşlardan amatör sanatçılarımızın kullanımında, bir çok atölye çalışmamız da olacak. Ayrıca akşamları muhabbetimiz konserler eşliğinde devam edecek. Kısacası zengin, herkese yönelik bir program oluşturmak istedik. Etkinliklerin ciddi bir kısmı ücretsiz, beklentimiz farklı yaşlardan insanların, daha önce çadırımıza ayak atmamış olanların bizleri bulması.

Amatör sanatçılardan bahsettin… Hobi olarak yapılabilir mi cambazlık?
Neden olmasın? Bu dala ilgi son senelerde patlamakta derken aslında bunu kast etmiştim. Yıl içerisinde düzenlenen hafta sonu kurslarının hemen hemen hepsi dolu. Her yaşa yönelik gruplarımız var. Cambazlık, hokkabazlık yapmaktan sadece çocuklar değil, yetişkinler de zevk alıyorlar pek tabi ki. Ben de ilk defa yeni katıldım kimi kurslara.

Doğru, senin için de yeni olsa gerek bir çok şey. Tiyatro geçmişine sahipsin aslında ve direktörü olarak bu senin ilk Cirko festivalin öyle değil mi? Senin beklentilerin neler?
Evet. Festivale yeni bir enerji getirdiğimi düşünüyorum tiyatro geçmişimle. Bakalım… Çağdaş sirk gösteri sanatının seviyesi her geçen sene yükseliyor, umarım bu alanda çalışan insanlar için ileride daha fazla iş imkanı da demek olur bu. Sanatçının işi takdir edersin ki her alanda zor, düzenli bir geliri olabilmesi için özellikle bu dalda uluslararası olmak/çalışmak zorunda. Finlandiya’da halen bir devlet çağdaş sirk sanatçısı yok. Devlet desteğinin artmasını arzu ederim elbette, bir de festivalimiz sayesinde olan uluslararası ağımızı daha da zenginleştirmek. Bu yıl üyesi olduğumuz Circostrada ağından 61 delegasyon üyesi festivalimize geliyor, toplantımızın neler doğuracağı da belli olmaz…

Son söylemek istediğin bir şeyler var mı Kalabalık okuyucularımıza?
Sanat toplumun refahını arttırır. Küçük yaşta kültür etkinliklerine katılan bir kişinin ileriki yaşlarda daha sağlıklı bir birey olduğunu biliyoruz. Özellikle çağdaş sirk gösterisi ile tanışan bir ufaklığı düşünün… Dünyası değişebilir. Blogunuzun festivalimizle ilgilendiğini görmek beni çok mutlu etti. Umarım daha fazla insan gösteri sanatlarının bu dalı ile tanışmaya fırsat bulur. Festivalimize de bekleriz.

Teşekkür ederiz Sami!

Suvilahti'de Cirko çadırı. Resim: Melis Arı.

Suvilahti’de Cirko çadırı. Resim: Melis Arı.

]]>
MİSAFİR KALEM: Finlandiya’da Etnik Restoran Çıkmazı https://kalabalik.finland.fi/misafir-kalem-finlandiyada-etnik-restoran-cikmazi/ Mon, 27 Apr 2015 13:34:45 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7572 Continue reading ]]> Blogumuzun ikinci misafir kalemi Wine and Finland blogun yazarı Deniz Löktaş. Deniz kendisini şöyle tanıtıyor:

Dört yıldır Finladiya’da yaşıyorum. Türkiye’de mimari ve tasarıma yönelik bir eğitimden sonra Finlandiya’da kariyer değiştirip mutfak sanatları okudum, Finlandiya’da şarap ve yemek kültürü alanlarına yöneldim. Michelin iki yıldız, Michelin bir yıldız ve Michelin Bib Gourmand mutfaklarda deneyim kazandım. Çok okudum, öğrendim, sonra öğrenmeye devam ettim, ettikçe aslında hiç bir şey bilmediğimi farkettim. Yeme-içme kültürü öğrenmenin hiç bir zaman bitmeyeceği ve bir değil bir kaç ömrün bile yetmeyeceği çok büyük, çok ince bir zevk ve uğraş alanı.

Deniz’den bizler için bir yazı yazmasını rica etmiştim ve kendisi hiç tereddüt etmeden olumlu yanıt verdi; bizlerle Finlandiya’daki etnik restoranlar hakkındaki gözlemlerini paylaştı. 

Merhaba!

Türkçe makaleye Arapça bir sözcükle (merhaba Arapça rahab=ferah, serin) başlamak tuhaf olsa da “Ferahlıklar” diye başlamak alışılmadık olacağı için daha  da tuhaf olabilirdi. “Ferah”ta zaten yine Arapça (etimoloji ne eğlenceli bir şey). Aslında bu makalede bahsedilenler göz önüne alındığında başlık “Avrupa’da Etnik Restoran Çıkmazı ve Finlandiya’daki Yansımaları” olarak da atılabilirdi. Zira hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde etnik restoranlar temsil ettiklerini iddia ettikleri mutfakların temellerinden oldukça uzaklaşıp, servis ettikleri yemekleri içinde bulundukları ülkenin damak tadına uygun hale getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Damak tadı derken, Fin damak tadı nasıl tarif edilir ve belli başlı özellikleri var mıdır sorusunun yanıtı, aynı sorunun bütün ülke damak tatlarına uyarlanmış şekliyle aynı yerde gizli. Gizlendikleri iki yer var: Coğrafya ve kültür (tarihsel insan unsuru). Her ülke mutfağı aslında ulus kimliğinden ziyade bir coğrafya ile şekillenir, yani o coğrafyada ne yetişiyorsa yemekler onunla yapılır, tabi işin içinde insan yani yaratıcılık da söz konusudur fakat mutfakta yaratıcılık, yine o yörede yetişen malzeme bolluğu ile ilişkilidir.

Ben Avrupa’da etnik restoranların kültürel bir çıkmaz içinde olduklarını düşünüyorum. Kendilerini herhangi bir ülke mutfağı ile nitelendirip, o ülkenin kültürünü oturma grupları üzerinde ve duvarlarda dekorasyon olarak kullanıp, kültür kavramını salt dekorasyona dönüştürerek, içinde varoldukları ülkenin damak tadına yaklaşmak için temsil ettikleri ülkenin mutfağı ile alakasız şeyler yapabiliyorlar. Mesela Helsinki’de Çin lokantalarında Avrupa usülü brokoli çok ama çok servis edilen, her türlü sos ile sunulan bir sebze (brokoli İtalyanca brocco= tomurcuk). Fakat Avrupa brokolisi Çin’de bilinmeyen bir sebze. Yine Helsinki’de bir Nepal mutfağı lokantasında kremalı karides, krema sosunda acılı somon gibi yemekler yemek mümkün. Ama Nepal’de deniz ürünü tüketilmiyor ki?(Tıpkı Arnavutluk’ta Arnavut ciğeri diye bir yemek olmaması gibi). Krema gibi süt ürünleri kullanımı da Nepal mutfağının sınırları dışında. Ortadoğu temelli lokantalarda da etlerde baharat kullanımı oldukça indirgenmiş durumda.

Çin restoranlarının açık büfeleri öğle vakitlerinde karın doyurmak için hem hesaplı hem de kolay bir seçenek...

Çin restoranlarının açık büfeleri öğle vakitlerinde karın doyurmak için hem hesaplı hem de kolay bir seçenek… Brokoliye dikkat 🙂

Peki Finlandiya’da hangi mutfaklar öne çıkıyor? Öncelikle Uzak Asya’dan dört nala gelen Asya mutfakları yükselişte. Kore, Tayland, Vietnam, Çin, Hindistan ve Nepal mutfakları oldukça ilgi görüyor. Fena da değiller hani, hem pişirmesi hem yemesi oldukça eğlenceli, Anthony Bourdain´in Kore mutfağı hakkında geçen hafta dediği gibi “funk” mutfaklar. Baharat kullanımı ve fermantasyon yönteminin ustaca her yerde uygulandığı mutfaklar bunlar (mutfak= Matbag, Arapça’dan). Helsinki’ye de gelişleri 50 yıl öncesi bile değil. Yanılmıyorsam Helsinki’de ilk Çin lokantası 1970’lerin başında açılmış (lokanta=Locanda, İtalyanca), gerçi oldukça eski sayılır Finlandiya için. Japon mutfağı ise rafine yapısını daha da pekiştirip kendini diğerlerinden soyutlayarak adım adım fakat hızlı hızlı, sessiz sessiz fakat gümbür gümbür geliyor. Ortadoğudan ise şu anda Lübnan mutfağı atak yapmış durumda. Türk mutfağı ise maalesef Avrupa usülü donmuş kıyma ve katkı maddeli dönerlerle temsil ediliyor ve bir çok Fin, Türk mutfağını bu dönerlerden ibaret zannediyor. Keza Yunan restoranları, sanki Yunanistan’da musakkadan başka yemek yokmuş izlenimi veriyor (musakka=musaqqaah, ne Türk ne Yunan, bir Arap yemeği). Ünlü televizyon şefi ve restoran işletmecisi Arda Türkmen bir kaç hafta önce Helsinki’deydi, benim hep söylediğim bir şeyi tekrar etti: ”Burada yediğiniz dönerleri satamazsınız Türkiye’de.” Haklı. Ben de bazen arkadaşlar “hadi gidelim” dediğinde gidiyorum yiyorum, fakat zevk almaktan ziyade daha çok karın doyurmak söz konusu oluyor.

Evet, Asya mutfağı şu anda popüler ve bunu Ortadoğu takip ediyor. Aynı zamanda bazı uzmanlar beş yıl içinde Japon mutfağı ile beraber Güney Avrupa mutfağının yeniden yükselişe geçeceğini söylüyor. Finlandiya’lı ünlü televizyon şefi Tomi Björk ve ortağı Matti Wikberg ise bu yeni akımları en iyi takip ve analiz eden şeflerden. Bir ara ordusuna katıldığım (evet onun bir şefler ordusu var) komutan Björk açtığı her restoranda konsept olarak saydığım sıralamayı izledi. Helsinki’de önce bir Güneydoğu Asya restoranı, sonra Kuzeydoğu ve Japon mutfağı ağırlıklı bir restoran, hemen ardından Ortadoğu yemekleri sunan üçüncü ve son olarak Güney Avrupa mutfağı temalı dördüncü restoranlarını açtılar, duyduğuma göre daha da açacaklar.

Björck ve Wikberg'in sahip oldukları restoranlarda sunuma da ayrı bir önem veriyorlar. Resim: Boulevard Social

Björck ve Wikberg’in sahip oldukları restoranlarda sunuma da ayrı bir önem verilmekte. Resim: Boulevard Social.

Restoranlardan bahsederken sadece yemek aklınıza gelmesin. Bir restoran önce şarap listesi ile kalitesini belli eder. Listedeki şarapların özgünlüğü ve takip edilen fiyat politikası o restoran işletmecilerinin işlerine ne kadar önem verdiğinin ve saygı duyduğunun kesin bir göstergesidir. Etnik restoranların birçoğunda şarap listesi zaten bulunmazken, şarap istediğinizde önünüze en fazla iki-üç seçenek gelecek ve muhtemelen sunulan yemeklerle hiç bir şekilde uyumu olmayan, dökme şarap olarak tabir edilen sülfit deposu üstün derecede kalitesiz sıvılar kadehinize akacaktır. Peki entelektüel birikim gerektiren şarap ve gastronomi kültürü etnik restoranlarda da kimlik bulabilir mi? Bulur. Buldu da. Tomi ve Matti’nin herhangi bir restoranında bir kaç kezden fazla akşam yemeği yediyseniz şarap ve gastronomi ile ilgili ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız (Gastronomi=mide bilimi, komşu dili Yunanca’dan, midesi her yanan akrabanızın “gastritim var” diyip her mide yanmasını gastrit hastalığına bağlamasından hatırlayın).

Bir de şunu belirtmeden geçemeyeceğim, Helsinki´de belki yüzelliden fazla Çin lokantası var, fakat yemeklerin bir çoğu birbirinin aynı, sanki aynı fabrikada  üretilip günlük olarak bu restoranlara dağıtılmış gibi. Ayrıca tavuklu bir yemek balık tadı, dana etli bir yemek tavuk tadı verebiliyor. Ne yediğinizi  anlamak bazen zor olabiliyor. Gerçi ne yediğinizi anladığınız iyi Çin lokantası yok mu? Aslında bir-iki tane var. Hem de insanın ayaklarını yerden keser cinsten. Var da, şimdi burada adlarını verip bu mekanları meşhur etmemeli 😉

Uzun lafın kısası, etnik restoranlar kimi zaman oldukça eğlenceli ve hesaplı yeme içme mekanları olabiliyorken maalesef belli bir ölçüde dahi damak zevkini ve özgünlüğü tutturamıyorlar. Bence bu kriterlerde belli bir ölçü tutturabilmeleri içinde öncelikle yemekleri Fin damak tadına “uydurmak”tan vazgeçmek gerekiyor, çünkü bu hakikaten “uydurmak”tan öteye geçemiyor.

Kadehiniz güzel şaraplarla dolsun, hepinize mutlu ve umutlu şarkılar dilerim.

 

]]>
Finlandiya hakkında rastgele 10 madde https://kalabalik.finland.fi/finlandiya-hakkinda-rastgele-10-madde/ Thu, 16 Apr 2015 11:15:43 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7562 Continue reading ]]> Bir Paskalya Bayramı’nı daha geride bıraktık. Finlandiya’da, Noel Bayramı’ndan sonra en önemli dini bayram olarak kutlanan Paskalya’yı biz bu sefer fırsat bildik ve bu sene Nisan’ın ilk haftasonuna denk gelen bayramda İstanbul’a kaçtık. Ama Paskalya’nın olmazsa olmaz kuzu sofrasından ve yumurta boyama alışkanlığından elbet vazgeçmedik;  İstanbul’da arkadaşlarımız arasında adeta bir Paskalya havası yaşattık. Eskiden yumurta boyamanın sadece Paskalya’ya ayit bir gelenek olduğunu sanırdım. Yumurta boyama ve tokuşturmanın Nevruz ve Hıdrallez Bayramlarında Türkiye’nin değişik yörelerinde de yaşatılan bir gelenek olduğunu sizler herhalde benden daha iyi biliyorsunuzdur. Farklı milletler tarafından baharda kutlanan bu bayramların daha nice ortak noktaları vardır eminim ki…

Paskalya yumurtaları

Paskalya yumurtaları

Kısa da olsa tatil bizlere iyi geldi. Hem arkadaşlarımızı görme fırsatımız oldu hem de boğazın keyfini çıkarmaya. Helsinki’den geldiğimiz zaman ister istemez soran oluyor  ‘hayat nasıl orada’, ‘Finliler nasıl insanlar’ diye. Yine laf arasında verdiğimiz örneklerden kimisinin İstanbulluları pek şaşırttığı dikkatimizi çekti. Artık bizlere pek normal gelen bir sürü şeyin İstanbul’da garipsenmesi aslında normal, düşününce.

Bu sefer 10 maddelik bir liste yazmaya karar verdim. İstanbul’da arkadaşlarımıza  anlattığımız zaman o ya da bu sebepten ötürü neler tepki uyandırıyor. (Elbet bu listeyi uzatmak benim için çok kolay, belki bir başka sefer devam ederim)

  •  Şehir içinde, toplu taşım araçlarında tek başına seyehat eden 5-6 yaşlarında çocukların varlığı… Sabah otobüsle işe giderken yanınıza oturan yolcu size gayet ciddi bir şekilde günaydın der, dönüp bakarsınız, ve karşınızda 6 yaşında bir kız çocuğu… “Sana da günaydın” demek durumundasınız, ne yapacaksiniz? Çok normal… Arkadaş ana okuluna gidiyor. Hazırlanmış, evinden çıkmış, otobüs durağına gelmiş, zaten vaktinde gelen doğru numaralı otobüse binmiş… Aynen sizin yaptığınız gibi. Yalnız sizin olduğunuz gibi huysuz da değil, etrafındakilere bir de selam veriyor… İstanbulluların buna neden şaşırdıklarını açıklamama gerek yok sanıyorum.
  • Evinizde, musluğun altındaki çöp kutusunun en az 3 farkı bölmeye, apartmanın ise en az 5 farklı çöp kutusuna sahip olması… Evimizdeki çöp bölmelerini, bir çok Finli ailenin yaptığı gibi, bizler de bio çöp (doğal çöp), kağıt ve karışık çöp olarak adlandırdık. Apartmanımızın bio, karışık ve kağıt çöp kutularının yanı sıra bir de karton ve cam çöp kutuları var. Cam kavanozları ayırmak kolay olduğu için evimizde bu tip çöpler için ayrı bir bölme tutmuyoruz, aynı şey karton için de geçerli. Annemin de dediği gibi insan kazara çöpleri ayırmadan bir torba içerisinde aynı çöp kutusuna atıverse günah işlemiş gibi hisseder bu memlekette. Ha bu arada cam ve plastik şişeleri tabiki atmıyoruz, onların herbiri depozitolu, markete geri götürüyoruz.

    Her apartmana en az 5 çöp kutusu.

    Her apartmana en az 5 çöp kutusu.

  • Apatman girişlerinde zillerin olmaması... İşte bu büyük bir soru işareti yaratıyor Turkiye’de kafalarda. “E peki, nereden bilecek evdekiler geldiğinizi?” “Kapıyı nasıl açmanız bekleniyor?” Arkadaşlar sizler misafirin gelmesi durumunu düşünüyorsunuz, çat kapı geçiyordum uğradım alışkanlığının burada da olabileceğini var sayıyorsunuz. Yok öyle bir sey. Misafir gelecek ise bu haftalar öncesinden kararlaştırılmıştır, kaçta geleceği bellidir, o vakit aşağı iner kendisine kapıyı açarsınız.
  • Çok miktarda kadın otobüs ve taksi şöförünün olması… Neden olmasın?
  • Pasta ve kekin kaşıkla yenmesi… Bu ilk söylendiğinde pek garip gelmeyebilir kulağa ama inanın kek dilimini önünüze kaşık ile servis ettiklerinde garip gelecektir. Türkler keki eliyle (en fazla peçeteye sarıp), pastayı ise ufak çatalla yerler. Finlandiya’da ise tatlı kaşığı vardır, pastalar kaşık kaşık silinip süpürülür. Kışların sert geçmesinin getirdiği bir alışkanlıktan mıdır nedir bilemem kişi başı tatlı (pasta, hamurlu tatlı, çikolata, şeker, hiç fark etmez) tüketiminin miktarı da laf aramızda bence oldukça şaşırtıcı.
  • Sauna tutkunluğu… Halil yazılarında sauna kültüründen bahsetmişti ama bunun ne kadar altını çizsek azdır. Hiç beklemediğiniz yerlerde karşınıza sauna çıkabilir; gölün ortasında, kürek çekerken, parka pikniğe gittiğinizde, iş görüşmesine gittiğiniz zaman… İyi bir ev sahibi misafiri için saunasını mutlaka ısıtmıştır ve önce mi yoksa sonra mı yıkanmak isteyip istemediğini sorar 🙂

    Göl kenarında değil, gölde sauna.

    Göl kenarında değil, gölde sauna.

  • Market ve bakkallarda % 4.7 den yüksek alkol içeren içeceklerin satılmasının yasak olması; alkol satışının tekel olması… Evet, şarap, cin, vodka, likör gibi yüksek dereceli alkoller sadece ALKO adı verilen dükkanlarda satılmakta. Bu dükkanlar hafta içi saat sekize kadar açıktır, cumartesi günleri ise altıya. Pazar ve bayram günleri ise kapalıdır. Bayram arifelerinde ALKO kasaları önünde uzun sıralar görürseniz de şaşırmayın, ne olur ne olmaz…
  • Teharet musluğunun varlığı… Haklısınız bir çok ülkede teharet musluğu yoktur ama kardeşim siz de olmamasına da şaşırıyorsunuz olmasına da…

    Lavabo ile klozet arasında yer alan musluk/duş.

    Lavabo ile klozet arasında yer alan musluk/duş.

  • İş görüşmelerinde kahvenin yeri. Fazlasıyla ve her fırsatta çay tüketen bir topluma çok da garip gelmemeli aslında ama kahvenin Finlandiya’da ki merkezi yeri elde değil şaşırtıyor bizim İstanbullu arkadaşları. Misafirin eve çat kapı gelmediği gibi iş hayatında da bütün görüşmeler (özel hahaytta da bu böyle, her şey önceden planlanmış, takvimlere kaydedilmiştir) önceden ayarlanmıştır. Görüşme vaktine 10 kala bir panik filtre kahve hazırlanır (daha 10 dakika önce 4. fincanınız içilmiş olmasına rağmen) masalara fincanlar çıkarılır, yanına bisküvi, pulla mutlaka bir tatlı konulur ve hazırlıklar tamamdır. Görüşme vakti öğlene denk geliyorsa öğle yemeğine gidilir. Öğle yemeğine kahve dahil değilse, o restorana gidilmez, kazara gidildiyse bir daha kapısından içeri girilmez. Bu arada her restoranın mutlaka öğle menüsü ve fiyatlandırması vardır, yeni restoranların keşfi için de mükemmel bir zamandır öğle vakti aklınızda bulunsun. Yeter ki kahvesiz olmasın! Önce kahve, filtre kahve.
  • Hesap işleri… Garson daima sorar, hesap birlikte mi gelsin ayrı ayrı mı? Herkes kendi harcamasını öder, ısmarlamak pek sık rastlanan bir alışkanlık değildir. Bu iş hayatında olduğu gibi özel hayatta da geçerlidir; anne (yetişkin) çocuk arasında da, en yakın iki arkadaş arasında da, sevgililer hatta karı-koca arasında da… Herkes hesabını kitabını bilir, 3-5 kuruş bile olsa borçlu kalmaktan rahatsızlık duyar. Bunda şaşıracak ne var ben pek anlamıyorum ama şaşıranını çok gördüm.

Bu listeyi hazırlarken her Finlinin haşlanmış patatesi bire bir aynı şekilde soyması, her perşembe yemekhanelerde bezelye çorbası servis edilmesi, mutluluk lambalarının var oluşu, her türlü serviste yaşlıların ayrıca düşünülmesi, bebekli ailelere tanılan ayrıcalıklar, vs. gibi daha bir çok şey aklıma geldi ama başlıkta da dediğim gibi ilk rastgele seçilmiş 10 maddede bu sefer bunlara yer vermiş bulundum, hoş görün.

]]>
Pepe Ahlqvist ile Blues üzerine bir söyleşi… https://kalabalik.finland.fi/pepe-ahlqvist-ile-blues-uzerine-bir-soylesi/ Mon, 30 Mar 2015 07:26:58 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7553 Continue reading ]]> Bu ayki yazımda, çok sevdiğim, birçok kez canlı olarak izleme fırsatı bulduğum Finlandiya’lı blues duayeni Pepe Ahlqvist ile yaptığım röportajı sizlerle paylaşmanın mutluluğu içerisindeyim… 🙂 

Resimde Pepe Ahlqvist. Fotoğraf: Jani Mahkonen.

Resimde Pepe Ahlqvist. Fotoğraf: Jani Mahkonen.

Hangi blues sanatçısı ya da şarkısı seni ilk olarak Blues müziğinin sihrine kaptırmıştı hatırlıyor musun?

Çocukluğumda yani 1960’larda duydum ilk kez blues’u. Kuzey Avrupa’ya o zamanlar blues Britanya üzerinden yayılıyordu, John Mayall & The Bluesbreakers grubu sayesinde. Onlar sayesinde blues müzisyeni oldum diyebilirim.

Cream, Led Zeppelin gibi gruplar henüz ortaya çıkmadığı zamanlardı yani öyle mi?

Aynen öyle. Eric Clapton John Mayall’ın grubu The Bluesbreakers’ta çalıyordu o zamanlar. Sonra da kendi Cream grubunu kurdu. Led Zeppelin ve Hendrix’i de yakından takip ettik tabi ama bu blues’a dayalı İngiliz rock gruplarından sonra yavaş yavaş blues’un özüne inmeye çalıştım ve Afro-Amerikan blues’a büyük bir merak saldım. Muddy Waters, Howlin’ Wolf, Robert Johnson gibi efsaneler ile iyice blues’un orijinine yani köklerine indim.

Nasıl başladın çalmaya? Kariyerinin gerçek anlamda start aldığı konserden bahseder misin?

Doğup büyüdüğüm ev Nastola kasabası’nda (Lahti şehrinde, Helsinki’nin 100 km kuzeyinde) bir çiftlikti. Çocukluk arkadaşımla beraber ilk kez onların çiftliğinde, evlerinin çatı katında bir şeyler tıngırdatmaya başlamıştık. Çalmayı öğrendikçe artık seyirci önünde, yani okulda, okul partilerinde konser veriyorduk. Ilk konserimi 1969 yılında okulumuzun Nastola Itfaiye Binası’nda düzenlediği bir partide verdim. Daha 13 yaşındayken… Sonraki yıllarda da artık giderek farklı yerlerde performans göstermeye başladım.

Mikael Niemi’nin Buzlar Kırılırken – Vittula  adlı kitabından uyarlanan filmden bir sahne (temsili).

Mikael Niemi’nin Buzlar Kırılırken – Vittula adlı kitabından uyarlanan filmden bir sahne (temsili).

Chicago Overcoat grubunu o zamanlar mı kurdunuz?

Evet, Chicago Overcoat’u 74, 75 civarlarında kurduk. İş o zamanlar ciddiye binmişti. Helsinki’de programlara çıkar olduk. O zamanlar ilk kez düzenlenen Provinssirock Festivali’nde ve yine ilk kez düzenlenen Puisto Blues festivallerinde boy gösterdik.

Vokaller ve gitar haricinde seni blues severler usta bir mızıkacı olarak ta tanırlar. Ne zaman başladı, baştan beri var mıydı mızıka?

Diyatonik mızıkaya olan ilgim aslında 70’lerin sonuna doğru baş gösterdi. Sonra 80’li yıllarda birhayli özdeşleştirildim mızıkayla. Mississippi Saksafonu! Hani derler ya mızıka için… Ama ben gitarı hep baş enstrumanım olarak görmüşümdür. Son 20 yıldır özellikle mızıka biraz arka planda kaldı.

İngilizce şarkı söyleyen Fin vokalistlerde biraz aksan duyulur genelde ama senin telaffuzun son derece otantik geliyor insanın kulağına. Yoksa yaşadın mı Mississippi civarlarında ya da çok iyi dinlemekten ve söylemekten mi kaynaklandı bu durum?

Hayır Amerika’da yaşamadım hiç, ama senin de söylediğin gibi o üstadları zamanında çok fazla dinleyip tarza sadık kalmaktan ötürü olabilir. Turnelerde olmadığım zamanlarda da tüm günüm blues artistlerinin plaklarını dinlemekle ve pikap eşliğinde çalıp söylemekle geçerdi. Amerika’ya da gittim tabi birçok kez ve tabi ki Mississippi Nehri’ni, oradaki kültürü de yerinde inceleme fırsatım oldu. Yakın müzisyen arkadaşlarım var oralarda.

”Blues’u çalmak kolaydır, ama zor olan onu hissetmektir…”

                                        Jimi Hendrix

Çok değerli dünyaca ünlü blues sanatçılarıyla da aynı konserlerde çaldın. Mesela BB King ile aynı sahnede yer almıştınız Helsinki’de hem de 2 kez?

BB King ile evet! Ama aynı anda değildik sahnede, ben ön grup olarak sahne almıştım. Hem 2004’te hem de 2006’da… Tanıştık tabi sohbet ettik. 2000’li yıllarda birçok farklı efsane isim geldi Finlandiya’ya ve birçoğuyla karşılıklı da çalma fırsatı buldum.

Peki hiç ‘keşke beraber çalsak’ dediğin bir müzisyen var mı aklından geçen?

Şunla çalsaydım, bunla çalsaydım diye hiç düşünmedim nedense… Artık zaman ve koşullar gereği kiminle kesiştiyse yolumuz, blues’u gerçekten hisseden müzisyenlerle beraber çalmaktan büyük mutluluk duyarım. Bu bir efsane de olabilir, ya da bir bar konserinde seyirciler arasından çıkıp gelen biri de olabilir, çok yaşadım. Güzel sürprizler çıkabiliyor arada sırada.

Chigago Overcoat albüm kapağı.

Chigago Overcoat albüm kapağı.

Boş günlerinde neler yaparsın?

3 çocuk babasıyım. 20, 18 ve 13 yaşındalar. Aile babasının yaptığı rutin şeyler. Müzikle uğraşmadığım zamanlarda gayet gündelik işlerle meşgul oluyorum. İşte postaneymiş, bankaymış, marketmiş… Evdeyken ama o gitar hep kucağımda nerdeyse! Hokey izlerken bile gitar çaldığım oluyor! (gülüşmeler)

Beste çalışmaları da illaki vardır sürekli olarak elinin altında.. Var mı şu anda üzerinde yoğun bir şekilde çalıştığın proje?

Var tabi. Ben hep ingilizce söyledim kariyerim boyunca ama 2010 yılında çıkan en son albümüm Näillä mailla Fince şarkılardan oluşuyordu. Sonraki albümüm yine Fince olacak, onun üzerinde çalışıyoruz.

Kariyerine baktığımız zaman hiç bu kadar uzun bir ara vermemiştin. 5 sene geçti son albümünün üzerinden…

Evet doğru, bu kadar ara girmemişti daha önce. Yoksa yaşlandım mı acaba? Şaka bir yana, albümler konusunda eskisi gibi aceleci değilim sadece. Şarkıların olgunlaşması için daha fazla süre tanıyorum yoksa aktifliğimden birşey kaybetmedim. Senede aşağı yukarı 130 konser veriyorum. Kendi konserlerimin yanında birçok farklı projelerde konuk sanatçı olarak yer alıyorum. Mesela UMO Jazz Orchestra ile beraber son dönemlerde çok başarılı big band konserleri verdik. Bunun yanında Heikki Silvennoinen ile beraber SF Blues grubu ile yaz aylarında büyük konserler veriyoruz festivallerde. Bakalım, seneye 60. yaşımı doldurmam dolayısıyla çeşitli etkinliklerde özel programlar yapacağız. 2 CD’lik bir Best of- albümünü de ayrıyeten piyasaya çıkarma fikrim var. 80’lerde yankı yaratan H.A.R.P. grubunu da bir yandan uyandırmaya başladık…

Dinlerken yoruldum! Peki şunu merak ediyorum… 45 yılı aşan bir kariyerin var. Fin blues’u bu sürede nasıl gelişim gösterdi. Fin blues’unu diğerlerinden farklı kılan özellikler var mıdır?

Zor bir soru tabi her müzisyen kendisinden bir şeyler katıyor. Kendimden örnek verirsem eğer, ben müziğin çeşitlendirilmesini hep vizyon edindim. Biliyorsunuz blues müziğinin de kendi içerisinde bir çok tarzı var. Delta blues var Chicago blues var. Benim tek adam olarak yaptığım programlar var big band ile 20’yi aşkın elemanın bulunduğu geniş orkestralarla performans gösterdiğim projeler var. Yani kendi içerisinde sürekli değişkenlik gösteren bir müzik aslında. Fin blues müzisyenleri de tabi melodilerde biraz Slav ezgileri de kullanmışlardır. Slav ezgilerini Fin hafif müziğinde çok duyarsınız. Mesela Toivo Kärki ve Reino Helismaa‘nın yazdıkları Kaikessa Soi Blues  şarkısında blues ritminin üzerine sentezlenen çok güzel bir Slav melodisi vardır. Fin Blues’unun ileride de gelişim göstermesi için yeni gelen müzisyenlerin blues’a farklılık katacak orijinallikte fikirlerinin olması lazım ve bu kolay bir misyon değil.

Stockman (Helsinki’nin en tanınmış ve büyük marketlerinden) müzik CD’si departmanını kaldırdı. Artık albümler de genel anlamda çok az satılıyor çünkü ne ararsan internette bulabiliyorsun. Bu konudaki düşüncelerin neler?

Edison fonografı icat ettiğinden beri müzik her zaman bir yerlere kaydedilmiştir. Formatlar değişebilir ama müzik kaydedilmeye devam edecektir. Müziği yaşatan bir başka önemli şey de tabi canlı performanslar.

Peki konuyu biraz Türkiye’ye çekelim. Hiç Türkiye’yi ziyaret ettiniz mi?

Malesef hayır. İlginçtir ama çok istediğim halde vakit bulamadım.

Türk müziği hakkında neler düşünüyorsun, hiç melodik olarak Anadolu ezgilerine yakın bir şarkı yaptın mı? Blues ile pek bağı yoktur ama Türk müziği de çok ritmiktir mesela. 

Türk müziğinin bence batı müziğinden en büyük farkı, icra edilirken belli bir akor dizesi gerektirmemesi. Öyle değil mi? Yani batı müziğindeki çok sesli armoni anlayışı dışında daha çok ana melodiye ve değişik ölçülerdeki ritimlere dayanıyor sanırım. İtiraf edeyim ki çok bilgim yok. Ama değişik sentezleri birleştirmek fikrini her zaman benimsemişimdir. Eğer bir gün şartlar oluşursa bir Türk müzisyen ile beraber çalışabilirim. Neden olmasın?

Aslında Anadolu’da yüzyıllarca yıldır süre gelmiş bir ‘aşık’ geleneği de vardır. Bağlama çalıp hayattan, ölümden, aşktan, hasretten bahseden ve söyleyen ozanlar. Sanki blues’da da bunları çağrıştıran öğeler var?

Aynen öyle… Tam da blues işte bu!

Peki teşekkürler sohbet için Pepe!

Fotoğraf: Jani Mahkonen.

Fotoğraf: Jani Mahkonen.

]]>
Aurora borealis mi dediniz? https://kalabalik.finland.fi/aurora-borealis-mi-dediniz/ Mon, 23 Mar 2015 19:19:42 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7544 Continue reading ]]> Yine arayı açtık kusura bakmayın. Şubat-Mart ayları pek bir yoğun geçer buralarda her zaman; ülkenin bir tür savunma mekanizması olsa gerek bu. Kışın uzatmaları oynadığı döneme denk gelmesi bir çok organizasyonun, toplantıların, son teslim ve başvuru tarihlerinin tesadüf olamaz. Karanlık dönemin son demlerini farketmeden geçirelim diye olsa gerek bu yoğunluk, yılın bu vaktinde. Kendimize geldiğimizde bir bakarız günler uzamış, kuşlar ötmeye başlamış, kış montlarımız yavaştan terletmeye başlamış. Sonunda insanlar havadan sudan bahsederken yüzleri gülmeye başlamış. Karambolde bizim Kalabalık başıboş kalmış sanmayın sakın, aklımızdasınız hep.

Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen modern dans festivali olsun, uzak doğu film festivali olsun, Türkiye’den ünlü şef Arda Türkmen’in de katıldığı Streat Helsinki yemek festivali olsun hep okuyucularımızın kulaklarını çınlatan organizasyonlardı. Yalnız geçen hafta öyle bir şey yaşandı ki tüm Finlandiya’da, bu söylediklerimin hepsinden vazgeçtim ve tek bir şeye odaklanmayı tercih ettim bu yazımda. Nasıl oldu da daha önce bahsi geçmedi aurora borealisin pek merak ettim.

Yle Revontulet

Aurora borealis. Kaynak: Yle News.

‘Aurora kim?’ diye soruyorsanız yardımcı olayım. Aurora borealis; bir başka deyişle Kutup Işıkları. Bilimsel olarak kutup ışıkları; kutup bölgelerinde gökyüzünde görülen, dünyanın manyetik alanı ile Güneş’ten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu ortaya çıkan doğal ışımalardır. Bana sorarsanız karanlıkta gökyüzünde görülen renklerin büyüleyici dansı, nefes kesen bir doğa olayıdır.

İşte geçtiğimiz hafta tüm Finlandiya bu müthiş doğa olayına şahit olmuş. Sanki bir ben kaçırmışım, herkes Facebook’ta çektiği fotoğrafları paylaşıyor, gazeteler okuyucularından gelen resimleri basıyor, televizyonda haberler kutup ışıklarının görüntüleri ile başlayıp kutup ışıkları ile bitiriyor. Ama haklılar, hakikaten bu büyüleyici görüntüleri yakalamak hele ki güney Finlandiya’da yakalamak büyük şans. Daha önce bu tecrübeyi yaşamamış olsam fotoğraflara inanmaz, canım Photoshop bunlar, abartıcak ne var canım der geçerdim sanıyorum.  Gelin görün ki, kutup ışıklarını görmek hayatımda bana da iki kere nasip olduğu için ne kaçırdığımı az çok biliyorum. Bundandır Helsinki’de görenleri kıskanıyorum.

Aurora borealis, Helsinki

18 Mart gecesi oluşan ve gözlenen ışıklar son on yılın en net gözlemlenen kuzey ışıkları olarak kayda geçtiler. Helsinki Sanomat gazetesi okuyucularının gönderdiği resimlerden güzel bir albüm derlemiş.

Kutup ışıklarının takipçileri vardır. Özellikle ekinoks dönemlerinde oluşan kutup ışıklarını görmek için bir çok insan Finlandiya’ya Mart ve Eylül aylarında seyehat ederler. Eğer siz de niyetlenirseniz  kuzeye gitmenizi tavsiye ederim, yani Helsinki’ye gelmeniz yeterli olmayacaktır.  Görme şansınız kuzey manyetik kutbuna yaklaştıkça artar. Şöyle Lapland’a alalım sizleri. Ama bu da bir garanti olmayacaktır. Havanın açık olması ve sizin doğru anda gökyüzüne bakıyor olmanız gerekir. Ama çok şanslıysanız Helsinki’de rastlayabilirsiniz aurora borealise, o ayrı… Siz yine de işi garantiye almaya bakın,  Finlandiya Meteoroloji Enstitüsü’nün sırf aurora borealis takipçileri için sunduğu servisten faydalanın ve bu sayfayı ‘favorilerim’ listenize ekleyin.

Fotoğraf: Thomas Kast. Kaynak: www.salamapaja.fi

Fotoğraf: Thomas Kast. Kaynak: www.salamapaja.fi

Ocak ayı sonunda Nordic Bloggers’ Experience  dünyanin farklı yerlerinden gelen 50 blog yazarını Finlandiya’da ağırladı. Onlar için ne sauna, ne de yemekti akıllarda yer eden. Aurora borealisi yakalayan bloggerlar unutulmaz bir anı ile ülkelerine döndüler.

Ben bu sefer kısa keseceğim. Sizleri linklerden bulacağınız fotoğraflar ile başbaşa bırakıyorum…

Bir de şu videoya bir göz atmanızı tavsiye ederim: ‘On the hunt for the northern lights

 

]]>
MİSAFİR KALEM: Yeni Başlayanlar İçin Sauna (2. bölüm) https://kalabalik.finland.fi/misafir-kalem-yeni-baslayanlar-icin-sauna-2-bolum/ https://kalabalik.finland.fi/misafir-kalem-yeni-baslayanlar-icin-sauna-2-bolum/#comments Tue, 03 Mar 2015 10:44:19 +0000 http://kalabalik.finland.fi/?p=7475 Continue reading ]]> Halil Gürhanlı’nın yazıpta bizlerle paylaştığı ve 27 Şubat’ta birinci bölümü yayınlanan yazının devamı…

Neyse efendim, bitişik odaya eşyalarımı bıraktıktan sonra elimde bir tek hâlâ ne derde derman olduğuna vakıf olamadığım bitki demeti ile saunaya girdim. Kader ortağım içeride olmalı fakat ışık kaynağı namına sadece ocaktaki közlerden çıkan ısı harelerinin bulunduğu odada koca adamı görmek ne mümkün! Abes biçimde saunanın ortasında dikilirken neyse ki belli belirsiz bir insan sesi duydum da onun geldiği yöne doğru temkinli birkaç adım atıp kendime duvar dibinde oturacak bir yer buldum. Dışarıdaki termometre -15’i gösterdiğinden sıcak hoşuma gitmişti. Gözlerimin karanlığa alıştığında ise tüm duvarların ve oturduğum yeri yoklarken kullandığım elimin isten simsiyah olduğunu fark ettim. Şaşkınlıkla oramı buramı “boyanmış mı” diye yoklarken ocaktan ardı ardına gelen, gök gürültüsü gibi bir sesle irkildim.

Ne tip olursa olsun her saunanın olmazsa olmazı, ocağın üzerindeki taşları. Bu taşların alametifarikası ise yüksek ısıya dayanıklı olmaları ve üzerlerine su atılmasıyla çıkardıkları buhar vesilesiyle odadaki havayı nemlendirerek saunadaki sıcaklık hissini artırmaları. İşte yüreğimi ağzıma getiren o ses Tero’nun korkunç sıcaklıktaki taşlara attığı sudan kaynaklanıyormuş. Bu löyly denen (“löğlü” diye okunuyor) sauna taşlarına düzenli aralıklarla su atma işi, yine öyle her yiğidin harcı değil, adeta bir ritüel. Hayranlıkla izlediğim Tero’nun tecrübeli ellerinde kolay görünüyordu ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Bir kere suyu atmayı bilmek lazım; sauna içerisindeki ufak ahşap kovadan kepçe ile alınan suyu ardı ardına birkaç zarif bilek hareketleriyle ocaktaki taşların üzerine her tarafına eşit pay edecek şekilde fırlatmak, hedefini şaşırıp duvara ya da yere atarak binbir zahmetle getirilmiş suyu heba etmemek gerekiyor. Ayrıca havayı iyi takip etmek, löylylerin arasında optimum zaman bırakmak lazım, suyu ne çok seyrek atıp havayı kurutmak ne de ikide birde atıp içeriyi durulmayacak kadar sıcak hale getirmek.

Modern elektrikli saunada löyly ve gizemli bitki demeti.

Modern elektrikli saunada löyly ve gizemli bitki demeti.

Önceki sauna tecrübelerimin neden hep acı, hep gözyaşı dolu olduğunu da işbu vesileyle öğrenmiş oldum; löyly eksikliği. Taşlardan çıkan buharla içeriyi saran sıcak dalga önce sanki üzerime fön makinası doğrultulmuş gibi bir etki yaratsa da bu his, hemen ardından gelen nemli hava ile yerini tarifi güç bir gevşemeye bırakmıştı. Aslında bünyem itibariyle, insanı meşgul edecek hiçbir şeyin olmadığı ufak bir odada birkaç dakikadan fazla duramamam, kıpırdanmaya başlamam gerekiyordu fakat her nasılsa oturduğum yerde oturmaktan, kendimi odayı kaplayan uhrevi dinginliğe bırakmaktan ziyadesiyle memnundum. Annem görse gurur duyardı, öyle söyleyeyim.

Hemen karşımda asılı duran termometreye gözüm iliştiğinde ise –abartmıyorum– 100°C’yi geçiyordu! Mantıklı olan “Heyhat!” nağralarıyla ortamı terk etmemdi ama gayet helva kıvamındaydım. Zaman mevhumunu kaybedeli ise bir hayli olmuştu. Bunu fark etmiş olsa gerek, Tero kendisinde de bir adet bulunan gizemli demeti kavradı, ahşap su kovasında biraz beklettikten sonra da ocaktaki taşların üzerinde ters düz etti. Savo lehçesindeki adı vasta olan (diğer yörelerde vihta deniyor) işbu demet huş ağacının taze dallarından yapılıyor ve löyly’ye taptaze bir bahar aroması veriyor.

Tero’nun bana tam bir kültür şoku yaşatmayı amaç edindiğinden şüphem kalmamıştı, zira ben daha içeriyi kaplayan kokunun ayırdına yavaştan varmaya başlarken –yine abartmıyorum– kendisini elindeki vasta demetiyle kırbaçlamaya başladı! O ana kadar gayet aklı başında görünen bu yetişkin adam, karşımda sırtını, kol ve bacaklarını hunharca dövüyordu! “Neler oluyor?” demeye kalmadan, sağ olsun gözlerimdeki dehşeti görüp yumruk olmuş elinin başparmağını kaldırarak bana “her şeyin yolunda olduğunu” gösteren evrensel işareti yapmakla yetindi. Efendim bu işlem, cilt altındaki kılcal damarlardaki dolaşımı hızlandırmakla kalmıyormuş, üstüne üstlük vücutta hoş bir koku bırakmak suretiyle bir nevi doğal deodorant işlevi de görüyormuş. Yaradana sığınıp ben de giriştim tabii mecburen kendi kendime, misafiriz ne de olsa…

Pekka Halonen'in "Saunada" isimli tablosunda "Vihta" ile dövünen genç adam.

Pekka Halonen’in “Saunada” isimli tablosunda “Vihta” ile dövünen genç adam.

Bu enteresan işlemin hemen ardından kendi adıma karar verme yetimi öylesine yitirmiştim ki sürprizlerle dolu ev sahibimin tek hareketiyle peşine takılıp ördek yavrusu misali saunayı terk etmem bir oldu. Kıyafetlerimizi bıraktığımız yan odada belimize birer havlu sarıp soluğu dışarıda aldık. Yine, o zamana kadar bildiğimi sandığım her şey bana bu yaptığımızın son derece mantıksız bir hareket olduğunu, 115 derecelik ani sıcaklık değişiminden şoka girmemin an meselesi olduğunu söylüyordu. Fakat inanılması güç bir biçimde ne üşüyor ne de titriyordum. Aksine karların üzerinde dikilmiş, vücudum buram buram tüterken, muzaffer bir kumandan edasıyla etrafımı çevreleyen karanlık ormanı seyre dalmıştım. Kendimi daha önce hiç olmadığım kadar huzurlu ve zinde hissediyordum. O sırada Tero, adet olduğu üzere bir kutu Fin birasını açıp uzatarak o zamana kadarki ilk lafını etti: ‘Welcome to Finland!’

Gerçekten de hoş gelmişti Finlandiya bana. Yıllar içerisinde sayısız kereler saunanın her türlüsünü tecrübe etme imkânı buldum ne mutlu ki. Bazen apartmanımızda ortak kullanılan elektrikli saunaya, bazen de Helsinki şehir merkezindeki odun sobalı halk saunası ya da merkezin az dışındaki milli parkta yer alan isli saunaya, haftada en az bir kere gitmek alışkanlık haline geldi. Övünmek gibi olmasın ama löyly tekniğim de hatırı sayılır derecede gelişti.

Bir de unutmadan: Her Finli gibi ben de isli saunadan aldığım tadı başka şeyden alamıyorum.

 

Sauna’nın ABC’si için Finlandiya Sauna Derneği’nin sitesine göz gezdirmekte yarar var.

Finlandiya ziyaretinin olmazsa olmazı saunanın Helsinki’de layığıyla tadına varılabilecek dört adres ise:

  • Kotiharjun Sauna ve Arla Sauna Helsinki şehir merkezindeki en eski halk saunaları, odun sobalı.
  • Kultturi Sauna Helsinki merkezinde yeni açılan, özellikle mimarı tasarımıyla dikkat çeken “trendy” denilebilecek bir sauna. Odun sobalı. Deniz kıyısında olması ve yüzülebilmesi avantaj.
  • Benim favorim ise kesinlikle Kuusijärvi Savusauna. Şehir merkezinden 30dk’lık otobüs yolculuğuyla ulaşılabilen bu isli sauna hem ormanın içerisinde hem de göl kıyısında. Özellikle kışın sauna arasında donmuş göle atlamak için birebir.
]]>
https://kalabalik.finland.fi/misafir-kalem-yeni-baslayanlar-icin-sauna-2-bolum/feed/ 1